Sayfalar

Popüler Yayınlar, Gazeteler, Haberler

24 Mart 2014 Pazartesi

24 Nisan... Bir soykırım hikâyesi!


Temel DEMİRER

“Gerçek keşif yeni topraklar
bulmakla değil, 
yeni bir gözle bakmakla ilgilidir.”1
Coğrafyamızda “resmî tarih (ve ideoloji)” deyince konuşulması gerekenlerin başında -elbette öncesiyle- 24 Nisan 1915 “milat”lı soykırım hikâyesi vardır.
Ulus devletin “inşası” harekâtında bugünümüzü biçimlendirmesi yanında, üzerimize çöken geç(me)miş karabasanı gündem maddesi kılan “Ermeni Sorunu”na, nihayetinde sermayenin Türkleştirilmesi penceresinden bakılmasının, geçmişin bugünle de böyle bağıntılandırılmasının da büyük yararı vardır.

“24 NİSAN” DEYİNCE!
24 Nisan 1915: Ermenilere büyük acılar yaşatan bir gün. 
Her şey İstanbul’da iki yüzü aşkın aydının tutuklanmasıyla başladı. Trenle Çankırı ve Ayaş’a sürülen aydınların pek çoğu bir süre sonra katledildi. 
Bu tarih, onlarla aynı kaderi paylaşan yüz binlerce Ermeni’nin anıldığı bir simgeye dönüştü. O günden sonra 24 Nisan, Ermenilerin yas günü oldu.
O dönemin İçişleri Bakanı Talat Bey’in emriyle, 24 Nisan 1915 tarihinde İstanbul’da başlatılan toplu tevkifat, daha sonra Anadolu’nun tüm kentlerine yayıldı. İstanbul’dan toplananlar Ankara yakınlarındaki iki merkeze, Ayaş ve Çankırı’ya gönderildiler. Ve 29 Mayıs 1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu’ndan sonra çıkarıldıkları sürgün yollarında çeteler tarafından katledildiler.
İçişleri Bakanı Mehmet Talat Bey’in 24 Nisan 1915 tarihinde verdiği talimatla başlatılan operasyonu İstanbul Emniyet Müdürü Bedri Bey yürüttü. İlk tutuklama dalgasında, 24 Nisan’ı 25’ine bağlayan gece, İstanbul’da aralarında gazetecilerin, şair ve yazarların, din adamlarının, doktorların, yayıncıların, gazetecilerin, öğretmenlerin, avukatların ve siyasetçilerin de yer aldığı 235 ila 270 arasında Ermeni toplum önderi gözaltına alındı. Sayıdaki belirsizlik Osmanlı polisinin aynı ismi taşıyan kişileri birlikte tutuklaması ile açıklanabilir. Polis Ermenice’ye yeterince vakıf olmadığı için, örneğin büyük müzisyen Gomitas’ı, “komiteci” sanarak gözaltına almıştı.
Gözaltına alınanlar önce Sultanahmet’teki merkezi cezaevine konulacaklardı. Oradan da Sarayburnu’ndan Şirket-i Hayriye’nin 67 no’lu vapuru ile Haydarpaşa İstasyonu’na getirilip, Ankara istikametine sevk edildiler. 
1915 Ağustosu’nda yaklaşık 150 kadar Rus uyruklu Ermeni gözaltına alınıp İstanbul’dan toplama merkezlerine sevk edileceklerdi. Gözaltına alınanlardan çok azı aynı hafta sonu serbest bırakıldı; hatta Alexander Panossian (1859-1919) gibi bazıları Anadolu’ya sevk edilmeden bırakılacaktı.
Ertesi gün gözaltındakiler 10 saat kadar Haydarpaşa’da bekletildikten sonra özel bir trenle Ankara istikametinde yola çıkarıldılar. Trendekilerin sayısı 220 idi. Ermeni bir tren görevlisi trendekilerin listesini edinmişti. Bu liste, trendekilerden bazılarını boşuna bir çabayla kurtarmaya çalışan İstanbul’daki Ermeni Patriği Zaven Der Yeghiayan’a iletildi. Bu çabalarında kendisine yardımcı olan tek yabancı elçi ABD elçisi Morgenthau’ydu.
20 saatlik bir tren yolculuğundan sonra gözaltındakiler Ankara yakınlarındaki Sincanköy’de trenden indirilirler. İstanbul Merkez Cezaevi Müdürü İbrahim Bey, onları iki gruba ayırır.
Bir grup Çankırı’ya, öteki grup Ayaş’a, at arabalarıyla sevk edilir. Bunların hemen hemen hepsi birkaç ay sonra Ankara yakınlarındaki vadilerde katledilirler. Bunlardan sadece 10-13 kadarına Ayaş’tan başkente dönmelerine izin verilir. Daha sonra tutuklananlardan 20 kişilik bir grup da 5-8 Mayıs tarihlerinde Çankırı’ya ulaşırlar. Sonuç olarak 150 kadar siyasi tutuklu Ayaş’ta, 150 kadarı da Çankırı’da tutulurlar.
Ayaş’tan getirilen Sarkis Minassian ile birlikte, Daghavaryan, Cangülyan, Khajag, Minassyan ve Zartaryan, 5 Mayıs’ta Diyarbakır’da askerî mahkeme önüne çıkarılmak üzere askerler eşliğinde yola koyulurlar. Diyarbakır yakınlarındaki Karacaören’e ulaştıktan kısa bir süre sonra katledilirler. 1915 Eylül ayında çete mensupları Şam’da Cemal Paşa tarafından askerî mahkemeye çıkarılıp idam edilirler. Halep mebusu Artvin Bosgezenyan’ın talebi üzerine 1916 yılında bu cinayetler Osmanlı Parlamentosu’nda soruşturma konusu olur.
Bazı nüfuzlu kişilerin araya girmesi sonucu serbest kalan az sayıda tutuklu da vardır. Büyükelçi Morgenthau’nun müdahalesi sayesinde beş tutsak serbest bırakılır. Çankırı’dan serbest bırakılan toplam 12 kişi vardır. Bunlar, müzisyen ve din adamı Gomitas Vardapet, Puzant Kecyan, Dr. Vahram Torkomyan, Dr. Parsegh Dinanyan, Hayk Hocasaryan, Nisan Kalfayan, Yervant Tolayan, Aram Kalenderyan, Noyik Der-Stepanyan, Vartanes Papazyan, Karnik İncician, genç Beyleryan’dır. 4 tutsağın da Konya’dan gelmesine izin verilir. Bunlar Apik Mubayeciyan, Atamyan, Kherbekyan ve Nosrikyan’dir.
Diğerleri ise, Talat Paşa’nın gizli emirlerini kaale almayan Ankara Valisi Mazhar Bey’in koruması altındadır. Ancak 1915 Temmuz ayı sonlarında, Mazhar Bey’in yerine merkez komite üyesi Atıf Bey getirilir.
29 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Yasası’nın çıkmasından sonra, iki merkezde tutulan aydınlar Osmanlı Suriyesi’ne sürgün edilir.
11 ya da 18 Temmuz 1915’te Çankırı’dan yola çıkarılan ilk 56 tutsaklık konvoydan sağ kurtulan olmaz.2

ONLARI -ASLA- UNUTTURMAYIN, ANIMSATIN
Evet 24 Nisan 1915’te 200’ün üzerinde Ermeni aydını İstanbul’da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a sürüldü; sonra da bir mezar taşları bile olmadı Onların; içlerinden dördünün hayat hikâyesi bize anlatmaktadır her şeyi...
İlki Krikor Zohrab...
Döneminin, gerek Ermeni toplumunda, gerekse Osmanlı düşünce yaşamında en parlak kişilerinden... Gazeteci, yazar, hukukçu, milletvekili...
26 Haziran 1861’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini, Mahrukyan, Tarkmançats ve Katolik Lusaroviçyan Ermeni okullarında tamamladı. Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nin Mühendislik Bölümü’nden yol ve köprü mühendisi olarak mezun oldu. Ama yüreği hukuk ve edebiyattaydı. Ermenice Lırakir’de ilk yazıları yayımlandı. Klara Yazıcıyan’la evlendi, Dört çocukları oldu.
1908’de Paris’e zoraki göçün ardından bir yıl sonra İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla memlekete döndü. 
‘Nor Or/Yeni Gün’ gazetesini yayımlamayı başladı. Ermeni Cemaat Meclisi’ne en yüksek oyu alarak seçildi; ilk genel seçimlerde Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda İstanbul mebusu oldu. 
1912’de ikinci genel seçimlerde, üç ay sonra feshedilecek olan meclise yeniden İstanbul mebusu olarak seçildi. 
O, bir edebiyatçıydı. Roman, şiir, eleştiri, makale ve kısa öyküler yazdı. 
Yapıtları Türkçe’ye de çevrildi. Çağının çok ilerisinde bir kısa öykü anlayışı sergiledi. Yapıtlarında dilde sadelik, halk sevgisi ve gerçekçilik ayırt edici özelliklerindendi. 
Yerleşik değer yargılarını, varlıklı kesimin ikiyüzlü ahlâk anlayışını eleştirdi. Yoksul ve yoksunlardan yana oldu. Öykülerinin kahramanları, küçük insanlar, hizmetçiler, suçlular, kaçakçılar, küçük esnaf, küçük memurlardı. Kadınlar çoğu kez öykülerinin merkezinde yer aldı. 
Hukukçu olarak Zohrab, Abdülhamit istibdadı altında zor ve tehlikeli siyasi davaları aldı, rejim düşmanı sayıldı. İstibdadın son yıllarında avukatlıktan men edildi. 1908’de Paris’ten döner dönmez Hukuk Fakültesi’nde ceza hukuku dersi hocalığına davet edildi. 1909’da ders notları yayımlandı. 
Siyasetçi Zohrab, farklı kimliklerin Osmanlılık temelinde bir aradalığını savundu. Özellikle Ermenilerle Türklerin kardeşliği için mücadele etti. Kendini bu yüzden hem Ermeni, hem de Osmanlı olarak tanımladı. Yalnızca Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirmekle kalmadı, bir bütün olarak Osmanlı toplumunun ve devlet yapısının modernleşmesi için çalıştı. 
31 Temmuz 1908’de, Taksim Belediye Bahçesi’nde, Meşrutiyet-i Osmaniye Kulübü adına 10 bin kişilik bir topluluğa Türkçe hitap etti: 
“Ey hür Osmanlılar! Hür vatandaşlar!” seslenişiyle başlayan konuşmasını şu sözlerle bitirdi: 
“Dinimiz muhtelif, mezhebimiz birdir. Hepimiz hürriyet mezhepdaşlarıyız.” Siyasetçi Zohrab, üç dönem milletvekili seçildi. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının “sosyalist” olarak anılan, en aktif milletvekillerinden biriydi ve etkileyici konuşmasıyla ünlüydü.
24 Nisan 1915 gecesi tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a tehcir edilen Ermeni aydınlarından sonra 28 Nisan 1915’te tutuklamaları durdurmak için Talat Paşa’ya yazılı başvurdu. Kaçıp canını kurtarabilecekken son ana kadar bir şeyler yapabileceği umudunu yitirmedi ve temaslara devam etti...
20 Mayıs 1915’te sıra ona gelmişti. Erzurum milletvekili Vartkes Serengülyan ile birlikte tutuklanarak Diyarbakır’a doğru yola çıkarıldı. 
Urfa yakınlarında İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet ve Nazım tarafından başı taşla ezilerek öldürüldü. 
Yolda, eşi Klara’ya yazdığı 15 Temmuz 1915 tarihli mektubu şu sözlerle son buluyordu: 
“Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki daima birbirini sevsinler, sana tapsınlar ve kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar.”
İkincisi Rupen Sevag...
Ermeni şiirin en büyük isimlerinden Rupen Sevag’ın asıl adı Rupen Çilingiryan...
Silivri’de doğdu. İlköğrenimini orada tamamladıktan sonra Bahçecik’e geçti, sonra Berberyan Okulu’na devam ederek 1905’te mezun oldu.
Başöğretmeninin telkin ve tavsiyeleriyle İsviçre’nin Lozan şehrine gitti. Buradaki Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra birçok hastane ve kliniklerde çalıştı ve bilimin bu dalının sırlarını inceledi. 
Sanat sazını, Hipokrat yemini ettiği ve eğitimini aldığı bilim dalı için terk edemedi ama insanlığa olan aşkını, vatan ve insan sevgisini, hem mesleği olan tıp dalında, hem de edebiyat alanında çalışarak terennüm etti.
Ermeni hekimler I. Dünya Savaşı öncesi, tüm Osmanlı coğrafyasında emsal teşkil edecek bir kampanya başlatmışlardı. Amaç, çağın yeni bilgileri ışığında, konferanslar ve açıkoturumlarla hekimlerin yetilerini geliştirmekti.
Dr. Rupen Çilingiryan, nam-ı diğer Sevag, bu kampanyaya aktif şekilde katıldı. Onun dikkat çekici ve ufuk açan konuşmaları, yankı uyandırdı. Bakırköy’de vatanî görevini yerine getirirken, bu konferanslardan biri vesilesiyle ayakta alkışlandı. Ertesi gün de Çankırı’ya ‘tehcir’ edildi, bir daha hiç geri gelmemecesine!
Onu Çankırı’daki kafileye kattılar. Şehirde hep korku içinde, gözetim altındaydılar. “Ayaş’a gideceksiniz!” diye toplananların öldürüldüğü haberleri geliyordu kulaklarına.
Çankırı’da, sıcak bir ağustos günü, Rupen Sevag, şair arkadaşı Taniel Varujan’ın da dahil olduğu beş kişilik bir grupla yola çıkarıldı. Aynı günün akşamı Tüney köyü yakınlarında öldürüldükleri haberi geldi. “O gece, saat 12.00’den hemen önce öldürüldükleri haberini aldık. Haber Tüney’den Çankırı’ya telefonla ulaşmıştı. Polis şefi Nurettin ve İttihat Partisi genel müfettişi Oğuz, bu ölümcül haberi neşeyle karşıladılar.”
Üçüncüsü Siamanto...
Asıl adı Adom Yarcanyan. Edebiyat tarihine Siamanto olarak geçti. Ermeni edebiyatında ‘Lirik Şiir’in en iyi temsilcisi olarak tanındı. Sorbonne’da felsefe okumuş, döneminin parlak entelektüellerindendi. 24 Nisan tutuklamaları sırasında diğer Ermeni aydınlarıyla aynı kaderi paylaştı. 
Onu da Rober Koptaş’tan dinleyelim: 20 Ocak 2009 tarihli Agos gazetesinde yayımlanan yazısının ‘Siamanto: Acıya Tanık’ bölümünde şöyle anlatılır: “... Manchester’daki ‘Vağvan Tzaynı/Yarının Sesi’ gazetesinde yayımlanan ilk eseri ‘Aksorvadz Khağağutyun/Sürgün Edilmiş Barış’dan itibaren, 1894-96 yıllarında Anadolu’da yaşanan katliamların yarattığı dehşeti anlattı. Düşsel bir dünyada, acının, ölümlerin, yok olan ve yeşeren ümitlerin şiirini yazdı. 
Haksızlıklara karşı koyma, adalet arayışı, intikam ve bağışlama duygusu, ışık ve güzellik ideallerini anlattığı büyülü, simgesel üslup, onu, Minas Tölölyan’ın kendisine verdiği ve benimseyip mahlas yaptığı o güzel ismiyle, Siamanto deyişiyle ‘kitlelerin tapındığı’ bir şaire dönüştürdü.” 
Dördüncüsü de Taniel Varujan...
1884’te, Sivas’ın Pırtnik köyünde doğdu. 12 yaşında İstanbul’a geldi; Beyoğlu ve Kadıköy’de okudu. Yüksek öğrenimine Brüksel’deki Gandhi Üniversitesi’nde başladı. Üniversite yıllarında şiirleri, ‘Pazmaveb’, ‘Keğuni’, ‘Anahid’, ‘Şirag’, ‘Razmig’, ‘Hayrenik’ gazetelerinde yayınlanınca büyük bir dikkat çekti. 
Üniversiteyi bitirdiğinde Meşrutiyet’in ilanıyla, diğerleri gibi heyecanla İstanbul’a döndü. Diplomat olmak için eğitim aldığı hâlde 1909’da yaşam çizgisinde radikal bir değişiklik yaparak öğretmenliğe başladı. 
1912’ye kadar, Sivas ve Tokat’taki birçok Ermeni lisesinin müdürlüğünü yaptı. 1912’de İstanbul’a döndü ve başına geçtiği Beyoğlu Ermeni Katolik Lusavoriç Okulu’nda çok sayıda değerli öğrenci yetiştirdi. Eserleri arasında ‘Sarsurner/Ürpertiler’, ‘Çartı/Kıyım’, ‘Dırdunçk Demircibaşyani/Demircibaşı’ yer alıyordu.
En ünlü yapıtı, şiirlerini topladığı ‘Hatsin Yerkı/Ekmeğin Şarkısı’ idi. Bu eserini Teotig’in deyişiyle, ‘sevgili eşinin’, ‘baskıcı rejim zabitlerinin elinden zor kurtardığı’ bilinir. Yoksulluğun, alın terinin, emeğin, aşkın ve yurtseverliğin, kendine özgü şarkıcısı ve olağanüstü şairi, hayat dolu bir hayal gücüne ve görülmemiş bir üretkenliğe sahipti.3

NE OLDU (MU?) YA DA NEREDELER?
Şimdi sorulabilir: “Ne oldu?”
Oral Çalışlar’ın ifadesiyle, “Ortada bir matematik var. Bu ülkede 1915 Tehciri’nden önce Anadolu’da en az 1.5 milyon Ermeni yaşıyordu. 1.5 milyon da Rum. Müslümanların Anadolu’daki sayısı da olsa olsa 6 milyon civarındaydı.
Şimdi durum nedir. Yaşadığımız topraklarda 70 milyondan fazla Müslüman var. Hıristiyanların tamamı ise 100 bin kişiyi bulmuyor.”
İşte “Ne oldu”nun yanıtı bu...
Yani Anadolu coğrafyasının 1915’ten sonraki kayıp ilanları!
“Kalust Melik-Krikoryan, ahbabı, Erzurum sâkini... Mamigon Osyan’ı arıyor...
Diyarbakır yerlisi, İstanbul’da olduğu sanılan Dikran Khalbıyan aranıyor. Üsküdar Sürgünler Kampı’ndan Mardiros Taşçıyan’ın bilgilendirilmesi...
Zileli Sertrag Kirişçiyan, Urfa taraflarına sürgün edilen babası Garabed’i, annesi Maryam’ı, büyük kardeşi saatçi Arisdages’i ve eşi Siranuş’u, çocukları Virtanes, Lesapayl, Zabel Kirişçiyan’ları, diğer kardeşi kuyumcu Harutyun ve eşi Gülü, çocukları Nazeli, Sarkis Kirişçiyan’ları, kuyumcu Krikor’u, eşi Dikranuhi’yi, çocukları Yeğiya Kirişçiyan’ı arıyor. Yetimhaneler İdaresi’nden, İstanbul... Zileli S. Kirişçiyan’ın bilgilendirilmesi...
Bursa Kharsakh köyünden Garabedyan Arif Barsam, eşi Nevrig’i (Dülger Avat’ın kızı), oğlu Garabed’i (14 yaşında), büyük annesi Zarhur’u, kız kardeşinin çocukları Garabed, Boğos ve Mariyam’ı arıyor...
Tokatlı Filoritza Simonyan, kardeşini ve kız kardeşinin çocukları Elmon, Mariam, Krikor, Murad, Simon, Avedis Mirekyan ve Pırar, Khaçig, Misag, Sertrag Buynuzyan’ı arıyor. Ortaköy Sürgünler Kampı’nı bilgilendirmeleri...
Divriği Sincan köyünden Mihran Mığdesyan... annesi Nazlı, kardeşleri Bedros, Hovhannes, Krikor, Yeğsa ve Mariam Mağdesyan’ları ve aynı zamanda Amerika’da bulunan amcaoğlu Nişan Mağdesyan’ı arıyor. Baronyan Eczanesi’ne mâlûmat verilmesi. Bandırma.
İlk sürgünlerden olup 5 Ağustos 1915 tarihinde İstanbul Ortaköy’den tekrar sürülen doktor Isdepan Mistçiyan’ın ölü veya sağ oluşu hakkında bilgisi olanların...
Sivas İşkhan köyünden Sukiyas Kelbabyan, İstanbul’da olduğu sanılan Hovsep Kelbabyan’ı arıyor...
Bayan Markarid Bostancıyan eşi Samson Bostancıyan’ı arıyor...
Muş Havadorig köyünden Garabed Bedrosyan, annesi Rehan, kardeşi, kız kardeşleri Khane ve Markarid ve hemşerilerinden herhangi birini arıyor. İstanbul Yedikule Ermeni Hastanesi’nin bilgilendirilmesi...
Savaş sırasında Halep’e sürgün edilen Serovpe Çakıcı ve Boğos Mendikyan’dan haberi olanların, diş doktoru Bay Herses Papazyan’ın Galata’daki muayenehanesine haber vermeleri...
Trabzon vilayetinden Gümüşhaneli Aşuğ Yeğiya Jamgoçyan’ın eşi ve kızı hakkında mâlûmatı olanların... Adı geçen aile 1915’te Sivas’a ve oradan da Mezopotamya’ya sürülmüştü. Kızları Barkev, Batum’da bir Ermeni ailenin yanında bulunuyor...
Bay Sarkis Ayvazyan, Diyarbakır yakınlarında öldüğü sanılan eşi Makruhi, büyük kardeşi Manug ve eşi Armenuhi ve çocukları Kurken, Şınorhig ve Hrayr’ı, aynı şekilde Diyarbakır’da öldükleri sanılan diğer kardeşi Garabed ve eşi Elmas ve çocukları Pariz ve Vramşabuh’u arıyor. Haberi olanların...
Erzurumlu Araksi Çapyan, Malatya veya Urfa bölgesinde olan amcasının oğlu Kevork Çapyan’ı ve amcasının kızları Siranuş ve Hayganuş Çapyan’ı arıyor...
Sürgün sırasında idam sehpasına çıkarılan Muratçaylı Der Kasbar Kahana ve sürgünde ölen eşinden geriye, Dörtyol Yetimhanesi’nde barınan iki çocukları kaldı. Savaştan önce bir bankada görevli olan ve Pera Ağa Hamam’da yaşayan Muratçaylı Sinan Pekmezyan’ı arıyorlar...
Bursa Yenice köyünden Kevonets Harutyun’un gelini Mannig, iki çocuğuyla Nahromar’da bulunuyor. Tüm akrabaları ve sağ kalan Yeniceli soydaşları gibi Bandırma’ya götürülen eşi Garabed’i arıyor. Basra Nahromar Sürgünler Kampı’na bilgi verilmesi...
Bursalı Bakkal Haci Ağa Madteosyan’ın kızı Ağavni Maryamig (Konya), Krikor Madteosyan’ı arıyor. Kardeşi Hagop ölmüştür. Ağvani maddi darlık içindedir...
Sivaslı Vahan Karagözyan, dünya savaşı sırasında Türk ordusunun 4. Tümeninde Şevket Bey adıyla doktor olarak hizmet veren amcası Yesayi Karagözyan’ı arıyor. 
Erzurumlu, gümrüğün arka tarafından Halbant Gazar’ın torunları, 1915’te Erzurum’dan sürgün edilen Ardaşes ve Dikranuhi Gazaryan’ı, mütarekeden sonra Diyarbakır taraflarında görenler olmuş. Anneleri Persape Gazaryan şu anda İzmir’de bulunuyor. Haberi olanların...
Yalova Ortaköy’den Baslıyan Garabed’in 16 yaşındaki kızı...
Muş’un Tsor semtinden D. Sahag Postayan...
Maraş’tan Arsen Çiftçiyan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Suriye’de Türk ordusunda asker ve şu an kayıp olan kardeşi Levon Şükrü’yü arıyor...
Erzurumlu Bay Mıgırdic Pabucyan, son defa olarak, babası Harutyun, annesi Eliza, kardeşi Karekin ve iki kız kardeşi Siranuş ve Heranuş’u arıyor... Adı geçen şahıslardan hayatta olanlar varsa...
Kütahyalı amcam Nazaret Kaukçuyan ve halam Annug Kaukçuyan’ı arıyorum...”4
Okuduklarınız, tarihin tarihçilere ve hele siyasetçilere asla bırakılamayacak gerçekleridir... 
T.“C” ulus devleti hayatını “bu kayıp ilânlarının üstüne kurdu”!

EVET SOYKIRIM!
Ki bu da, Desmond Fernandes’in, “... ‘Soykırımın sonucu’ -dışlamanın en aşırı biçimi olarak- ya ölümdür ya da yersiz-yurtsuz kalmaktır,” diye tanımladığı Ermeni AGHET’i (Büyük Felaketi)dir!
Fazla uzağa gitmeyin; Talat Paşa’nın 1910’da Danimarkalı şarkiyatçı Johannes Ostrup’a söylediği sözleri anımsayın: 
“Görüyorsunuz, bizimle bu insanlar arasında barışçı yoldan çözülemeyecek bir uyumsuzluk var; ya onlar bizi tamamen çökertecek ya da biz onları yok etmek zorunda kalacağız. Günün birinde iktidara gelirsem, bütün gücümü Ermenileri imha etmek için kullanacağım.”5
Gerçekten de -konuya bağıntılı olarak- Fuat Dündar, ‘Modern Türkiye’nin Şifresi-İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918)’ başlıklı yapıtında Zor bölgesini şöyle anlatıyor:
“Resulayn ve Nusaybin kazaları Zor bölgesiyle, Osmanlılar için sadece iklimsel sınır değil aynı zamanda ‘medenileşme’ sınırı olarak algılanır. 1890’larda Osmanlı medeniyetinin sınırını daha güneye, Zor’a kadar indirmek için, Osmanlı idarecileri geniş çaplı bir ‘ıslahat’ kararı alırlar... Osmanlı ‘ıslahat’a iki misyon yüklemiştir: toprağın ve halkın ıslahı...
(1915’le birlikte) Önceleri nadir de olsa tek tük siyasi sürgünün gönderildiği bölge şimdi bir halkın toplu olarak gönderildiği bir bölge olur. Bir milyon civarında bir halk, farklı bir yaşam biçimine sahip ve farklı bir ortamdan (iklim ve topografik), çölümsü bir ülkeye sürülürler. Yani Ermeni tehciri, ‘ıslah’ edilemeyen bir halkın ‘ıslah’ edilemeyen bir bölgeye sürülmesi olarak özetlenebilir.”
Evet “resmî Türkiye”nin gözünde “ıslah edilemeyen” bir halk, Osmanlı Ermenileri Zor bölgesine sürüldü. Yok edildiler. Bir milyon aşkın bir halk, binlerce yıl yaşadıkları topraklarda yok edildiler.
Sadece bu kadar mı? Elbette değil!
“[Çocukları] kabul ve terbiye edecek sâhib-i hâl Müslümânlar bulunmadığı takdîrde muhacirîn tahdidatından ayda otuz kuruş i’âşe masrafı verilmek şartıyla köylülere tevzî’ine gayret edilmesi ve duver-ı sâbıka dâhilinde vâki olacak icra’ât ve teşebbüdâtdan aded ve erkâma müsenid olarak pey-der-pey ma’lûmât i’tâsı,” deyişindeki uygulama da devreye sokuldu...
Yani Osman Köker’in anlattığı gibi, “1915 baharından başlayarak uygulanan tehcir sırasında, kocaları ya da babaları sevk edildiği, öldü(rüldü)ğü ya da Osmanlı ordusunda askerlik görevini yapmakta olduğu için ‘sahipsiz kalan’ Ermeni kadın ve çocukların Müslümanlara dağıtıldığına ya da sistemli olarak Müslümanlaştırıldığına dair Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde birçok belge var. Bunların bir kısımına ulaşmak için arşivde uzun araştırmalara girmeye bile gerek yok. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin yayınlarından ya da internet sitesinden bile bazılarına ulaşmak mümkün.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın Halep valiliğine 9 Aralık 1915 tarihinde yolladığı emirde, sahipsiz kalan kız ve erkek çocukların teker teker Müslüman köylerine dağıtılması isteniyor. Yine Talat Paşa’nın 30 Nisan 1916 tarihinde çeşitli vilayet ve mutasarrıflıklara gönderdiği telgrafta, bu uygulamaya ‘erkekleri askerde olan Ermeni aileleri’nin de dahil olduğu açıkça belirtiliyor. Bir başka belgede Ankara vali vekili Atıf, ‘Kalecik’te bulunan 257 ve Keskin’de bulunan 1.169 Ermeni’nin çok büyük bir kısmının Müslüman köylerine dağıtılacak olan kadın ve çocuklardan ibaret olduğunu’ Dahiliye Nezareti’ne bildiriyor. 
Arşivde yine Müslümanlığa geçen Ermeni kızlarının bir suiistimale meydan vermeden Müslümanlarla evlendirilmelerinin uygun olduğuna ve Müslümanlığa geçtikten sonra evlendirilen veya güvenilir Müslümanlara emanet edilen kadın ve çocukların, eğer Ermeni anne babaları ölmüşse mal-mülklerinin kendilerine [dolayısıyla onları alan Müslüman ailelere] verilmesine dair, Talat Paşa’nın emirlerini içeren telgraflar da vardı.”6

VAHŞETTEN KARELER
“Bazen Muş aklıma geliyor... Vatanımızdaki evimizi, yakınlarımızı, yüksek kavak ağaçlarıyla çevrili büyük avlumuzu, avlunun kavaklarının üstüne her ilkbaharda gelip yuva kuran leylekleri hatırladığımda delireceğimi düşünüyorum... Avludaki su kuyusunu, samanlığı, tandır evini, avlunun devamını oluşturan serin ormanı ve yaylaları... Ormandaki fındık ağacını, cevizleri, pekmezli yabani petek balını, süzme yoğurdu. Yeniyıl sofralarının süsü olan iğdeyi, kuruyemiş ve kuru üzümü, anamın adil eliyle yoğrulmuş ve pişirilmiş sütlü hamursuz ekmeği hatırlıyorum. Paskalya’da ya da benim doğum günümde annemin hamursuz ekmeğin içine sakladığı şans düğmesini... Teker teker, isimleriyle gömülmemiş ölülerimizi, mezarsız kalmış yakınlarımızı, kaybolan ağabeylerimi, onların eşlerini ve çocuklarını acıdan ağlayarak hatırlıyorum. Hayvanlaşan askerlerden kaçan ve kendilerini Murat Irmağı’nın soğuk sularına atan masum kız kardeşlerimden, genç gelinlerden hangi birini hatırlayayım, hangisi için yas tutayım...” 
Bu acılı ifadeler, 1893’te Muş’un Bulanık İlçesi’ne bağlı Hamzaşeyh Köyü’nde doğmuş, ancak 1915’teki Ermeni Tehciri sırasında, evinden, yurdundan sürülmüş Tonayan Abraham Tonakan’a ait.7 
Devam edelim: 
31 Mart Vak’ası (1909) ile eş zamanlı olarak Adana’da patlak veren kanlı olayların tanığı 1904 doğumlu Mikayel Keşişyan’dan alalım: “Adana katliamı sırasında ben beş yaşındaydım. O dehşetli geceye Türkçe ‘Camuz dellendi’ adı verildi; zira gerçekten de Sultan çıldırmıştı. Onun emriyle insanları boğazladılar. 30.000’e yakın Ermeniyi katlettiler. Evleri yakıp yıktılar, küle çevirdiler. Herkesi toplayıp Adana Irmağı’na götürdüler. Sultan Hamit’e haber gönderdiler, ‘bütün Ermenileri toplayıp ırmak kenarına getirdik, emir bekliyoruz’ diye. Bir tarafta su, öbür tarafta ateş... Babam beni kucaklamıştı. Olanları omzunun üzerinden seyrettiğimi hatırlıyorum. Annem de bizimleydi, bizi ırmağın kenarına doldurmuşlardı. Sultan’dan emir geldi: Af emri. Bizi de ‘Padişahım çok yaşa!’ diye bağırttılar.”
1907 doğumlu Yozgatlı Veronika Berberyan da şöyle anlatıyor: “Cumartesi günü, akşama doğru bütün erkekleri Türk ordusuna göndermek üzere toplamışlar; fakat orada Ermenileri Türklerden ayırmışlar. Dedem, Papaz Hakob Berberyan Ermenilerin silahaltına alınan Türklerden ayrıldığını görünce demiş ki: ‘Niçin Ermenileri ayırıyorsunuz?’ Türk binbaşı şöyle cevap vermiş: ‘Papaz Efendi, Ermeniler yol yapmaya gidecek, Türkler ise Rus cephesine.’ Ertesi gün pazardı. Dedem Kutsal Ayin’i bitirmiş ve daha yeni eve gelmişti. Nefes dahi alamadan kötü haber bize ulaştı. Artin Ağa’nın oğlu değirmenciydi; sabah kalkıp çalışmaya gitmiş, değirmenin yanında bir sürü insan kafatası, ayaklar, eller görmüş. Dili korkudan tutulmuş bir hâlde, nefes nefese koşarak eve dönmüş ve gördüğünü anlatmış. Artin Ağa oğluyla birlikte gelip dedeme dedi ki: ‘Dün akşam askere götürülenleri gece vakti boğazlamışlar.’ Dedem şöyle cevap verdi: ‘Gidin, Kaymakam’a şikâyet edin.’ Artin Ağa Kaymakam’a şikâyet etmeye gitmiş; ama o gece artık eve gelmemiş.”
1893 Muş, Bulanık doğumlu, Tonakan Abraham Tonayan, tehcir haberini nasıl aldıklarını şöyle anlatıyor: “Evimizin yanında iyi bir Türk komşumuz vardı. O, nöbetçi tayin edilmiş Türk askerîni bir parça ekmek yemek üzere evine çağırmış, asker bunu reddetmiş. Türk komşumuz ona yiyecek ve şarap götürmüş. Karnı çabucak doyup sarhoş olan asker uykuya dalmış. Türk komşumuz fırsattan yararlanarak, samanlığın ormana bakan arka kapısına yaklaşmış ve bütün Ermenilerin katledilmesi için gizli bir emir olduğunu belirterek annemden köyden uzaklaşmasını rica etmiş.”
Ancak, her tarafı can pazarı hâline gelmiş bir ülkede nereye kaçabilirlerdi ki? 1903 Yozgat doğumlu Arşakuhi Petrosyan kaçınılmaz korkunç yolculuğu şöyle anlatıyor: “Yozgat dağlarında altı gün yürüdük. Su yoktu, ekmek yoktu. Susuzluktan halkın ağzı kuruyordu. Bizi sürekli, koyunlar gibi götürüyorlardı. Bir de baktık ki bir tellal geldi; başladı bağırmaya: ‘Haydi! Gâvur kesmeye gidelim! Balta kürek alalım! Gâvur kesmeye gidelim!’. Orada bir Türk köyü vardı. Türk kadınlar gelip bizim için gözyaşı döktüler; öyle bir ağladılar ki sanki önlerine cenaze konmuştu. O yaralı Ermenileri boğazlamadan evvel onların elbiselerini üzerlerinden çıkardılar ki içlerine dikili altınlar kendilerine kalsın. Tenekeler altınla dolmuştu. Ağlamalar, sızlamalar duyuluyordu. ‘Allah yardım etsin!’, ‘Ey Türk! Allahtan bul’, ‘Alçak Türk!’ Bir de baktık ki yüksek rütbeli zabitler gelip, bizimle tatlılıkla konuşmaya başladılar: ‘Bacılar, anneler, sizden rica ediyoruz; Türk olup olmayacağınıza iyi karar verin. Siz boğazlananları gördünüz. Onlar gibi olmak ister misiniz? Türk olmanız daha iyi değil mi? Yoksa sizi de onlar gibi boğazlayacağız.”
Ölümden kurtulmak için öyle çok kişi Müslüman olacaktı ki, Talat Paşa duruma el koyacak, Ermenilerin inanç nedeniyle değil, sadece memlekette kalmak için din değiştirdikleri söylenerek, din değiştirseler bile sürülmelerini isteyecekti.
Bugün resmî tarihçilerin tehcirin devlet planı olduğunu gözardı etmek için suçu Kürtlerin üstüne atmalarına bakın 1886 Sasun doğumlu Yeğyazar Karapetyan ne diyor: “10 Haziran gününden itibaren Kürt aşiret reisleri birçok atlıyla beraber sağdan ve soldan Muş’a giriş yapıyor, emirler alıp evlerine geri dönüyorlardı. Kürtleri silahlandırmak için her gece yük arabalarıyla şehir dışına silah ve mermi taşınıyordu. Ermeni katliamını başarıyla tamamlamak için hükümet tarafından özel bir plan yapılmış, köyler taksim edilmiş, saldırı günü ve saati öyle bir incelikle belirlenmişti ki, Muş Ovası’ndaki 105 köyün tamamının imhası, tek bir çocuğun bile canı bağışlanmadan, o gün içinde tamamıyla sonuçlandırılacaktı. (...) 28 Nisan günü Vardavar dinî yortusunun pazar günüydü; Ermeni milletinin mutlu bayramı. Fakat ne yazık ki o gün, Muş Ovası’ndaki Ermeniler için mardavar (insan yakma) gününe dönüştü.”
Bir başka Muşlu, 1908 doğumlu Hrant Hovhannes Gasparyan ise madalyonun öteki yüzünü gösteriyor: “Kürt dostumuz geceleri bizi evine götürüyor, bizi yedirip içiriyor, yatacak yer veriyordu. Ermeni olduğumuz anlaşılmasın diye bize Kürt isimleri koydu. Bana Adraman adını verdiler; ablama Gule, anneme Asya, ağabeyime de Haydo adlarını...” 
1900 doğumlu İzmitli Baruhi Silyan’ın sözleri ise Deyr Zor’a sağ varmayı başaranların acısını hissetmemizi sağlıyor: “12 ay çölde kaldık. Ne ekmek, ne su, ne barınak, ne de başka bir şey vardı. Dokuz kişilik ailemizden sadece ben hayatta kaldım; annemi gözümün önünde öldürdüler; ablamı kaçırdılar; diğer kız kardeşim küçüktü, hastalanıp öldü; ortanca ise kayboldu ve bir daha birbirimizi bulamadık. Gelinimin karnını yırttılar. ‘Gâvurun karnındaki kız mı yoksa oğlan mı?’ dedi askerîn biri; bir diğeri ise ‘gâvur erkek doğurmaz, bak da gör’ dedi ve gözümüzün önünde kılıçla gelinimin karnını yırttı. Ben dört başka kızla beraber zar zor ormanlara kaçabildim; orada bir nehir vardı; yüzerek o nehri geçtik. Bir Arap beni evine götürdü ve dedi ki: ‘Kızım, doğrudur, sizin kurallarınızda böyle bir şey yok, ama gel yüzüne dövme yapayım ki seni Ermeni zannetmesinler.’ Ben de ağladım. Ne yatağım var ne de elbisem. Yüzüme dövme yaptılar; kalın örgülerimi kestiler. Orada ev işlerini yapıyordum...” 
1904 doğumlu Fındıcaklı Harutyun Alboyacıyan sağ kurtulan Ermeni çocuklarının kaderine ışık tutuyor: “Ana-babamı öldürdükten sonra, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları toplayıp Cemal Paşa’nın Türk öksüzler yurduna götürdüler. Benim soyadım 535’ti; adım ise Şükrü’ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler. Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadılar. Eğer çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırır, tabanlarına 20-30-50 darbe vurur veya saatlerce güneşe bakmaya zorlarlardı. Bize dua ettiriyorlardı; ‘Padişahım çok yaşa!’ cümlesini üç kere tekrarlamamız gerekiyordu. Bize Türk giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de siyah cüppe. Bir müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek olacağımıza inanıyordu...” 
İlerde ünlü bir edebiyatçı olan 1909 Erzincan doğumlu Garnik Stepanyan bugün bazılarımızın kafasına takılan “Ermeniler neden bir türlü geçmişi unutmuyor” sorusuna cevap veriyor sanki: “1915’te ulusumuza ve sülalemize yapılanlar korkunçtu. Sülalemizdeki 100’den fazla kişiden topu topu 15 kişi kurtuldu. Annemin sülalesinden gelen herkes ya katledildi ya da diri diri toprağa gömüldü. Diyorlar ki, onların üzerindeki toprak hareket ediyordu. Hep düşünüyorum acaba olanları unutabilir miyiz diye, ama bizim unutmaya hakkımız yok, çünkü biz sayıca azız. İntikam çağrısı yapmıyorum, ama unutmamızı da tavsiye edemem. Ermeni ulusu kendi gözleriyle gördüklerini unutamaz.” 
Onu 1901 Van doğumlu Tovik Tovmas Bağdasaryan tamamlıyor: “Türklere karşı takındığımız tutum şudur ki, biz olanları asla unutmayacağız. Ama Türk halkı ne yapabilirdi ki; zira bizi herkesten evvel üst düzey Türk yöneticiler katletti!”8
Bağdasaryan’ın dediği gibi ortada affedilmesi imkânsız bir suç vardır ve bu suçun adı soykırımdır!

TANIKLIKLAR, NOTLAR…
Soykırım vahşetinin “dökümü”ne tanıklıkların notlarıyla devam edelim...
‘Los Angeles Times’ın bir başyazısında, “Başkaları tarafından büyük acılar çektirilenler, unutmanın ve normal bir hayat sürebilmenin yollarını arar. Ancak bazıları da hakikatleri anlatmanın kendilerinden sonra gelenleri koruyacağı umuduyla tanıklık görevini üstlenir,”9 diye tanımladığı tanıklıkları önemsiyoruz; önemsenmesi gerekliliğinin altını ısrarla çiziyoruz...
İşte bu konudaki tanıklıkların, anlatıcıların yani 1915 Anadolu’sunda görev yapmış misyoner, diplomat ve gazetecilerin dedikleri, notları...
Tacy Arkinson: “Almanlar, Türkler ve şeytan üçlü bir ittifakta buluştular. Ermenilerin durumu Almanlar için konu bile değildi. Oysa Türkleri elimize geçirmiştik, askerî ve ekonomik olarak. Osmanlı avucumuzun içindeydi. Bu kıyımı engelleyebilirdik. Biz istemeseydik bu olmazdı”...
Katharina Schüttler: “Her yerde ailesini kaybetmiş çocuklar dolaşıyordu”... 
Lesli A. Davis: “Yollar ceset doluydu. Bütün ülke bir cesetler vitriniydi. Daha delice söylemek icap ederse, bütün ülke bir mezbaha gibiydi. İnsan yetmiş seksen yaşındaki çaresiz insanları, kör ve yardıma muhtaç güçsüz çocukları, bitkin bebekleri perişan görünce, böyle bir şeyi haklı gösterecek bir gerekçe bulamıyordu”...
Henri Morgenthau: “Binlerce insan hiç haber verilmeden evlerinden kaçırılmışlardı. Açlıktan ve soğuktan değil, nöbetçi askerlerin hunharca davranışlarından ölmüşlerdi”... 
Alma Johansson: “Sadece seyretmek ve hiçbir şey yapamamak ve insanın kendisinin hayatta kalması... Bunun ne demek olduğunu bilir misiniz?”
Arthur Abraham, Ermeni Dünya Boks Şampiyonu: “Türkiye’nin bu gerçeği kabul etmesi için herkesin bir şeyler yapması gerekir. İnsanın kendi ailesinin başına gelmiş gibi bir şey bu”... 
Samuel S. McClure: “Jön Türkler yeni bir fikrin propagandasını yapıyorlardı. Türkiye Türklerindir. Bu fikir dinsel bir fanatizmin sonucu değildi. Talat Paşa Berlin ile cehennem arasında yer alan en büyük diktatördü”... 
Rafael Lemkin: “Türkler, yanlarında Almanya olduğu için, bu katliamın hesabının sorulmayacağına inanıyorlardı. Müttefiklerden cesaret alıyorlardı.
Henri Morgenthau: “Talat’a dedim ki, ‘birkaç Ermeni size ihanet etmiş olabilir. Bu bütün bir halkı tehcir etmek için bir sebep midir?’ Talat ise, ‘bunun önüne geçilemez’ diye cevap verdi”... 
Martin Niepare: “Masrafları ABD’ye ait olmak üzere tehcir edilenlerin gemilerle ABD’ye getirilmeleri teklifi reddedildi”... 
Henri Morgenthau: “Talat Paşa soykırımdan sonra beni aradı. ‘Artık Ermeniler yok, veliahtları da yok’ dedi. ‘Amerika’da sigorta şirketlerinde yatan paraları artık bizim hakkımız, bunların listelerini bizim için çıkarabilir misiniz’ dedi. Tabii ki reddettim”... 
Raphael Lemkin: “Talat Paşa’nın katili kendisini insanlığın vicdanının uygulayıcısı olarak görüyordu. Bir kişi kendisini böyle görüyorsa, bir halka karşı işlenen suçun bir başka anlamı olmalıydı. O zamanlar tam bir fikrim yoktu ama dünyanın ırkçı inançlarına karşı koyacak bir yasası olmalıydı”...10
Evet, orta yerde Fırat’ın sularına atılan insanların kanıyla kızıllaşan bir vahşet yani soykırım vardı; hem de Sarkis Torosyan’ın kemiklerini sızlatan türden... 
İşte tam da bu noktada “Sarkis Torosyan’ı hatırlayan var mı?” sorusu eşliğinde haykırır Hayk Demoyan:
“Bir savaş dönemiydi ve Türkiye’deki siyasi düzen belki zayıftı, fakat 1915-24 arasında Ermenilerin tehciri ve mülklerine el konulması sürecinde Osmanlı ve Türk yasaları ve emirleri süreklilik taşımaktaydı; bunlar kayıtsız şartsız uygulandı. 
Çanakkale Savaşı Osmanlı Türkiye’sinin en kanlı savaşıydı. Çeyrek milyon kayıp verildi, fakat kurbanlar Türklerden ibaret değildi. Yüzlerce Ermeni de Osmanlı vatanseverleri olarak bu savaşa katıldı. Ölen 250 bin kişi arasında Araplar, Kürtler, Ermeniler ve diğer milliyetlerden insanlar da vardı. Türkler Çanakkale’de ilk düşman savaş gemisini imha eden Sarkis Torosyan’ı ve ona ‘Çanakkale’nin Ermeni kahramanı’ dendiğini biliyor mu? 
Dedelerinizle birlikte savaşan, isimleri unutulmuş Avedis Çepeciyan, Vahram Papazyan ve birçok başka Ermeni’yi hatırlıyor musunuz? Oradan sağ çıkan o Ermeniler sonradan sevdiklerinin Arap çöllerine gönderilip katledildiğini öğrendi.”11

EMVÂL-İ METRÛKE YAĞMASI
Tüm bunlar “ulus devlet” adına sermayenin Türkleştirilmesi için yapıldı, yaptırıldı...
Ermeni malları gaspedilerek yağmalandı...
Konuya ilişkin olarak resmî evraklarda, “emvâl-i metrûke” diye geçen, “terk edilen veya terk edilmiş ya da sahibi bilinmeyen mallar” olarak tanımlanan ev ve araziler için, “hani bunun ilk sahibi?” diye sorulmalıdır.
Gerçekten de bu soruyu soran Nevzat Onaran, Ermeni ve Rumların Anadolu topraklarındaki yaşama haklarının yok edilmekle kalmayıp, ekonomik güçlerinin de nasıl sona erdirildiğini belgelerken; “emvâl-i metrûke”nin tasfiye sürecini inceler. 
İşte bunlardan kimileri...
* Kurtuluş Savaşı sırasında Başkumandan Mustafa Kemal’in emriyle alınan ‘harp vergisi’ karşılığında vatandaş Rum ve Ermenilere verilen resmî mazbatalara, ödeme yapılmayacağıyla ilgili Meclis’in gizli celsesinde yapılan tartışma ve 3 Nisan 1924 tarihli kanun...
* 1876’dan 1982’ye beş Anayasa döneminde uygulanan ve bugüne kadar bazı çalışmalarda sadece birkaç maddesine yer verilen, öncelikle emvâl-i metrûkenin tasfiyesini öngören 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nun tamamı ve Cumhuriyet döneminde yapılan değişiklik... 
* Sürgün edilenlerin mallarını tasfiye etmek amacıyla Osmanlı döneminde resmen kurulan Tasfiye Komisyonları, Cumhuriyet yıllarında da faaliyet gösterdi...
* İstanbul Hükümeti’nin İttihâtçı Tasfiye Kanunu’nu yürürlükten kaldıran ve malların sahiplerine geri verilmesini düzenleyen 8 Ocak 1920 tarihli kararname...
* Malların satış fiyatının, 1915 yılı vergi kıymetine göre yapılmasını öngören 13 Mart 1926 tarihli kanun ve Meclis’te görüşülmesi...
* İttihâtçı ailelere 20 bin lira değerinde Ermeni malı verilmesini sağlayan tasarının görüşülmesi ve 31 Mayıs 1926 tarihli kanun...
* 1922 İzmir yangını ve malların yağmalanması; Nurettin Paşa’nın banka kasalarını patlatması ve Başkumandan Mustafa Kemal’in İzmir’e girişteki değerlendirmesi...
* Ermeniler ve diğer gayri Türkler adına Emanet’te toplanan paraların 1928 yılından itibaren bütçeye aktarılmasıyla ilgili Meclis’teki görüşmeler ve ilgili kanun...
* 12 Eylül askerî cuntasının ‘azınlık’ mallarıyla ilgili uyarısını içeren genelgesi...12
Tüm bunlar sermayeyi Türkleştiren soykırım ve “emvâl-i metrûke” yağmasının somut verileri ve Gomidas’dan Hrant’a uzanan trajik hikâyenin kilometre taşlarıdır!

GOMİDAS’DAN HRANT’A
Dedik ya Gomidas Anadolu topraklarının yetiştirdiği büyük müzisyenlerdendi. 1869 yılında Kütahya’da doğmuş, küçük yaşta annesini ve babasını kaybettiği için amcası tarafından Ermenilerin dinsel merkezi sayılan Eçmiyadzin Kilisesi’ne rahip olarak yetiştirilmesi için teslim edilmişti.
‘International Music Society/Uluslararası Müzik Topluluğu’na kabul edilen müzisyenler arasındaki ilk Avrupalı olmayan müzisyendi. Çağdaş Ermeni müziğinin kurucusu olarak da değerlendirilen Gomidas, Ermeni kilise müziğini tekseslilikten çoksesliliğe taşımasıyla öne çıktı.
Müzik aşkıyla dolu Gomidas Anadolu’nun değişik yörelerinden gelen okul arkadaşlarından dinlediği şarkıları, türküleri derlemeye başladı. 1896 yılında Berlin’e gitti, estetik eğitimi aldı, müzikoloji okudu.
1899’da döndüğü Eçmiyadzin’de Anadolu’nun değişik kentlerine yönelik derleme çalışmalarını sürdürdü. Ermeni, Türk, Kürt halk şarkılarını ve danslarını topladı, notalara döktü. 1910’da kilise hiyerarşisine eleştiriler yöneltmesi nedeniyle çıkan gerginlik sonrası İstanbul’a geldi.
İstanbul’da konserler verdi, müzisyenler yetiştirdi, elindeki derlemeleri kayda geçirdi. O dönemin Osmanlı aydınları içinde yetenekleriyle ve müzik bilgisiyle özel bir yere sahipti. Bir ‘Ermeni Müzik Akademisi’ kurmaya hazırlanıyordu ki, 24 Nisan 1915 geldi çattı. 
Sürgüne gönderilenler arasında Gomidas da vardı. Onu kurtarmak amacıyla Osmanlı aydınları harekete geçti. Bir süre sonra İstanbul’a yalnız başına dönebildiğinde, birlikte sürgüne gittiği bütün Ermeni aydını arkadaşları öldürülmüşlerdi.
Bir daha kendine gelemedi. Derin bir psikolojik bunalıma girdi. Bir süre sonra tedavisini sürdürmek için Paris’e gönderildiyse de düzelmedi. O günden sonra tek satır bir nota daha yazamadı. 1935 yılında Paris’te yaşamını yitirdi.
O bu toprağın şarkılarıydı; Gomidas, belki de uzun yıllardan sonra ilk kez ömrünün önemli bir bölümünü geçirdiği İstanbul’da müziğiyle, yaşadığı acılı yaşamöyküsüyle anıldı. O yok edilen bir tarihin, bizim bilmediğimiz, tarih kitaplarında yazmayan bir tarihin içinden çıkıp geldi.
Gomidas ilk gidenlerdendi. Hrant, Gomidas’ın öyküsünü hatırlatanlardandı.13
Önce Gomidas’ı götürdüler sonra da Hrant’ı... Hayatın kırılgan ve soğuk müziğini ve kendine özgü kurgusunu bize hatırlatan iki ölümsüz trajik karakter...

ERMENİ SORUNU VE TANINMASI
Ermeni sorunu, bir soykırım sorunsalı olmasına karşın, Türk(iye) egemenleri tarafından gerçeğin alt üst edilmesi pahasına, “terör/tedhiş” meselesi olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Elbette bu egemen(lik)ler açısından nedensiz ve boşuna değildir. Çünkü Edward Said’e göre, herhangi bir siyasi eylemin “terörizm” olarak adlandırılması ona siyaset, tarih, gelenek ve yorumun buluştuğu bir anlatı statüsü tanınmaması demektir. Filistin, Kürt ve Ermeni meselelerinin başına gelen/getirilen de tamı tamına budur! 
Oysa soru(n), tarihsel gerçeklerin ışığında bir soykırım trajedisinden başka bir şey değildir.
Ki bu konuda ‘Riyad’ gazetesi başyazısında, “Dünya Türklerin Ermenilere yaptığı soykırımı kabul etmeli, bu konuda soruşturma istenmesini Ermenilerin meşru hakkı olarak görmeli. Türkler de yaşananları savunabilir veya itiraf edebilir. Böylelikle sorun kapatılabilir ve tarihi ihtilafı sonlandıracak kapsamlı ilişkiler başlatılabilir,”14 derken; “sorun”un tanınmasına ilişkin tarihsel örnekler de mevcuttur.
“Burada sadece iki örnek vereceğim. İki Türk milletvekili... İkisinin de adı Mehmet Emin, hatta tesadüfen birisi Trabzon milletvekili. İkisi de milliyetçi ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın açık olduğu ve konunun enine boyuna tartışıldığı Kasım-Aralık 1918 oturumlarında her iki milletvekili de, hem Türklüğü savunuyor hem de cinayetleri lanetliyorlar. Hatta Trabzon milletvekili şahit olduğu cinayetleri de aktarıyor.
11 Aralık 1918 tarihli konuşmasında, Trabzon milletvekili Mehmet Emin ‘cinayet ve mezalim ika edenlerin cezalarını vermeye hep taraftarız. Fakat... mesuliyetin umumi millete tahmili... doğru değildir’ der. Çünkü Mehmet Emin’e göre, ‘Milletin de umumu, hatta hepsi bu yoldaki muamelenin aleyhindedirler’. Trabzon halkının ‘[Ermenilere] Trabzon’da yapılan muameleden dolayı, bu yapılan muamelenin Allah bize belasını verecektir’ dediklerini aktaran Mehmet Emin, ‘Millet, nefret etmiş olduğu... lanet ettiği bir fiilin sorumlusu olarak gösterilmemelidir’ der. 
Konuşmasına Ordu kazasında ve Trabzon’da Ermenilerin kayıklara doldurularak denize döküldüğünü aktararak devam eden Mehmet Emin, ‘bu meselede alakadar olanlar... belki üç-beş kişiden ibarettir. Şimdi bundan dolayı bütün... Trabzon halkını mesul edecek derecede söz söylemek’ doğru değildir’ der. Yaptığı çok basittir Mehmet Emin’in; suç işleyenlerle, Türk milleti arasına bir mesafe koymak ister.
Benzeri konuşmayı yine aynı gün Musul milletvekili Mehmet Emin Bey de yapar. Mehmet Emin Bey’in konuşmasının her bir satırı, hem Türk milliyetçisi olmanın, Türklük ile gurur duymanın hem de Ermenileri öldürenlere katil demenin ve bu kişilerden Türklük adına hesap sorulmasını istemenin bir manifestosu olarak da okunabilir. Konuşmasına Ermenilere yapılanları, ‘son devrin bize meşum bir miras olarak bıraktığı fecayiden birisi’ olarak tanımlayarak başlayan Mehmet Emin Bey, ‘bu fecayii... Türklüğe izafe etmek isteyenler var’ der ve ama ‘bunu milletimin seciyesi ulviyesi namına red ederim’ der.”15
Evet, bu örnek(ler) çok anlamlı ve önemlidir.
Kaldı ki Türklerin, Talat Paşa’dan, Bahaettin Şakir’den, Veli Küçük’ten, Ogün Samast’tan, Kemal Kerinçsiz’den ve benzerlerinden oluşan bir topluluk olmadıkları kanıtlanacak ise, 1915’te yok edilen Ermenilerin, biz, hepimiz olduğu; Lice’deki “Tırba Kaymekam/Kaymakam Mezarı”nın altı çizilerek anımsanmalı/anımsatılmalıdır! 
Hikâye şu: Lice’de de çok sayıda Ermeni yaşarmış. Tarık Ziya Ekinci büyüklerinden 1915 Ermeni Tehciri’nde yaşananları dinlemiş.16 Diyarbakır Valisi’nin katliam emrine uymak istemeyen Lice Kaymakamı’nın öldürülmesinin öyküsü de Ekinci’nin aktardığı anılarla gün ışığına çıkıyor: 
“İttihat ve Terakki Partisi’nin de üyesi olan Diyarbakır Valisi Reşit Paşa, hükümetin tehcir kararını katı biçimde yorumlamıştır... Tehcir esnasında Diyarbakır’a götürülen kafiledeki tanınmış zengin Ermenilerin ve din adamlarının büyük çoğunluğu katledilmiştir. Lice’nin o dönemdeki kaymakamı, tehcire tabi tutulan kafileye refakat eden ağalara ve kasaba ileri gelenlerine hiç kimseye dokunmamaları(nı)... tembihlemiş. Ancak... Kafiledekiler büyük ölçüde katledilmişler. Keza kaymakam da Lice’ye bağlı Karaz Köyü’nü (şimdiki Kirazlı ilçesi) geçtikten hemen sonra orada öldürülmüş... Yol kenarına gömülmüş. Yakın zamana kadar yeri belli olan bu mezarın varlığından ötürü yöre Tırba Kaymekam (Kaymakam Mezarı) olarak anılıyor.”

“RESMî -İDEOLOJİK- SÖYLEM”!
Ancak klasik resmî -ideolojik- söylemden, “Soykırımı Yahudiler yapar. Konfüçyanizme, Şintoizme inanan Çinliler yapar. Gregoryen Ermeniler yapar. Hıristiyan Almanlar, Hıristiyan/ animist Hutu’lar, Ortodoks Sırplar yapar. Ama Müslümanlar yapmaz,”17 AKP versiyonuna “... ‘Irkçılık’, ‘içlerine işlemiş’ onların. Çünkü ancak bu ‘bakış açısı’ ile varlıklarını sürdürebilirler. Çünkü ancak bu ‘bakış açısı’ ile suçlarını gizleyebilirler,” vurgusuyla ekliyor Eren Keskin:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kuruluş felsefesi olan, ‘İttihat Terakki artığı’ ‘Türk İslâm sentezci’ bakış açısı öylesine içselleştirilmiştir ki toplumda, ırkçılık sıradanlaşmıştır bu coğrafyada.
Farkında olsunlar ya da olmasınlar, toplumun büyük çoğunluğu ırkçıdır aslında! 
Tarihleri yalandır, resmî ideolojileri yalandır! 
TC Devleti bir ‘Yalanlar İmparatorluğu’dur. 
Ve bu devletin vatandaşlarının büyük bir bölümü de bu yalanların esiri olmuşlardır.
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in ırkçı düşüncelerini bir kez daha duyduğumda, bunları düşündüm yeniden.
Şöyle dedi Cemil Çiçek; ‘80’den önce ideolojik terör, 80’den sonra sağ/sol terörü... Sadece Ermeni terörü de değil. Ermeni terörü ile PKK terörü arasında yakın işbirliği var. Bunlar kan kardeşidirler. O devreden çekildi, işi bu tarafa verdiler. Zaten özür dilerim, bir kısım teröristlerin sünnetsiz oluşu size çok şeyi ifade ediyor demektir.’ 
Evet, bu sözleri ‘Kürt Açılımı’ndan söz eden bir Başbakan Yardımcısı söylüyor.
Aslında Cemil Çiçek, yaşadığımız coğrafyada devlet eliyle işlenen büyük bir suçu da aklamaya çalışıyor bu sözleriyle.
Rahatlıkla ‘Ermeni terörü’nden söz edebiliyor.
Atalarının işlediği büyük ‘Soykırım Suçu’nu bir kez daha unutturmaya çalışıyor.
Oysa bu büyük suç, onların peşini hiçbir zaman bırakmayacak. 
Onlar Ermenileri sadece yok etmediler. Canlarına, mallarına, tarihlerine de el koydular.”18

“BUGÜN” (MÜ?)!
İşte bu nedenle; geçmişten bugüne aktardıkları resmî ideolojik duruşla; bugünü onlar yarattı; bugün onların eseridir!
“Bugün” (mü?)!
Hoşgörü-açılım-birlik ve beraberlik türküleriyle sarhoş, gelecek güzel günlere inanırken, milliyetçilik ve ayrımcılık dili, nefret ideolojisi bütün gücüyle hüküm sürmektedir…
Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü, son nüfus sayımına göre Doğu ve Güneydoğu’dan 412 bin vatandaşın göç ettiği kentte yan yana yaşayan Türklerle Kürtler arasındaki sosyal mesafeyi ölçmek amacıyla 1998’de bilimsel bir araştırma başlatmış. 12 yılda dört anket gerçekleştirilmiş (1998, 2002, 2007 ve 2010 yıllarında...). 
Araştırmadan çıkan sonuçlar bize kaçacak yer bırakmıyor. 1998’deki ilk ankette, Kürt deneklerin yüzde 12.8’i ‘Türkle evlenirim’ derken bu oran, 2010’da yapılan son ankette 0’a iniyor. 
İlk ankette yüzde 26.9’u ‘Kürtle evlenirim’ diyen Türklerin oranı ise 2010’a gelindiğinde yüzde 1.3’e düşüyor. 
İlk ankette, Kürt deneklerin yüzde 0.6’sı, ‘Türkleri ülkesine gelmiş bir turist olarak görmek istediğini’ belirtirken bu oran, son ankette yüzde 12. Türk deneklerin yüzde 0.1’i, ilk ankette ‘Kürtleri ülkesine gelmiş bir turist olarak görmek istediğini’ belirtirken bu oran son ankette yüzde 3.2. 
Araştırmanın önemli sonuçlarından biri de ‘sınır dışı’ seçeneğinde ortaya çıkıyor. 1998’de Kürtlerin yüzde 0.5’i, ‘Türkler vatanımdan sınır dışı edilmeli’ derken, bu oran 2010’da yüzde 4.2’yi buluyor. 1998’deki ankette, Türkler arasından ‘Kürtler vatanımdan sınır dışı edilmeli’ diyen tek bir denek çıkmazken 2010’da yapılan ankette bu seçeneği Türklerin yüzde 9.9’u işaretliyor...
Durum bu!
Türkler tarihsel gerçekleriyle yüzleşmedikleri sürece de “Bu durum” daha da ağırlaşacak!

ERMENİLER’İN -HAKLI- “BEKLENTİSİ” YA DA NE YAPMALI?
İyi de “Ne yapmalı” mı?
Öncelikle “Yüz yıllık kolektif bir cinayetten uyanmak, iyileşmek, normalleşmek için, her şeyden önce anlamak, anlamaya çalışmak zorundayız.”19
Bunun için Ermeniler’in -haklı- “beklentileri”nin altını çizerek, Zoryan Enstitüsü Başkanı K. M. Greg Sarkisyan’ın şu sözlerinin anımsatmalı/yaygınlaştırmalıyız:
“Türkiye hükümeti selefinin Ermeni vatandaşlarının planlı yok edilmesindeki sorumluluğunu kabul edip özür dilerse, Ermeni halkı Türk ulusunu kucaklar...
Bugünkü Türkler sorumlu değil...
Ermenilerin büyük çoğunluğu 1915 Türkiyesi’yle bugünkü Türkiye’yi birbirinden ayırabiliyor. Hiçbiri Osmanlıların işlediği soykırım suçundan bugünkü Türkleri sorumlu tutmuyor. Ancak ülkenizi ve hükümetinizi inkâr tutumundan sorumlu tutuyor, ki bu bizzat soykırım suçunun devamı olarak görülüyor...”20
Yanlış mı? 
7 Aralık 2011, Ankara.

dipnotlar:
1 Marcel Proust.
2 Ragıp Zarakolu, “Yüzleşelim ki, Bir Daha Olmasın”, Günlük, 24 Nisan 2010, s. 8.
3 Yıldırım Türker, “Bir 24 Nisan Günü Kaybettiklerimiz”, Radikal, 26 Nisan 2010, s. 10.
4 Ümit Kıvanç, “… ‘Tarihçiler’ Gelsin de Bunları Bulsun”, Taraf, 24 Nisan 2010, s. 4.
5 Johannes Ostrup, Erindringer, Copenhagen: H. Hirschprungs Forlag 1937, s. 118.
6 Osman Köker, “Bir İstisna mı Yoksa Devlet Politikası mı? Ermeni Kadın ve Çocukların Müslümanlara Dağıtılması”, Toplumsal Tarih, No: 197, Mayıs 2010, s. 43-44.
7 http://www.ermeni.org/turkce
8 Ayşe Hür, “Sözlü Tarihte 1915 Gerçeği”, Taraf, 25 Nisan 2010, s. 12.
9 “Soykırımı Unutmamak...”, Los Angeles Times, 24 Aralık 2010.
10 Orhan Miroğlu, “Aghet”, Taraf, 21 Nisan 2010, s. 13.
11 Hayk Demoyan, “Evet Sayın Davutoğlu, Haklısınız Fakat...”, The Armenian Weekly, 4 Aralık 2010.
12 Nevzat Onaran, Emvâl-i Metrûke Olayı: Osmanlı’da ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, Belge Yay., 2010, s. 186, 169, 319, 487, 62, 71, 161, 153, 334, 230, 363, 535, 242, 365, 141, 145, 150, 264, 290, 367.
13 Oral Çalışlar, “Gomidas’ı Susturduk... Sonra Hrant’ı”, Radikal, 18 Aralık 2010, s. 14.
14 “Katliam Yapan Tek Halk Türkler Değil”, Riyad, 7 Mart 2010.
15 Taner Akçam, “Üzerinde Konuştuğumuz Zemin de Değişmeli”, Radikal İki, 4 Nisan 2010, s. 7.
16 Tarık Ziya Ekinci, Lice’den Paris’e Anılarım, İletişim Yay., 2010.
17 Ahmet İnsel, “Erdoğan’ın Mutlak Doğruları”, Radikal İki, 13 Haziran 2010, s. 1-4.
18 Eren Keskin, “Yalanlar İmparatorluğu”, Günlük, 24 Ağustos 2010, s. 10.
19 Cem Madra, “Yüzleşme ve Rehabilitasyon”, Taraf, 1 Nisan 2010, s. 16.
20 K. M. Greg Sarkisyan, “Ermenilerin Kalbi Bir Özürle Kazanılır”, The Armenian Weekly, 5 Nisan 2010.

SİS ŞEHRİNDEKİ ERMENİ YAVER KONAĞININ HİKAYESİ

ERMENİ asıllı araştırmacı Vahe Suciyan'ın yazdığı ve 2010 yılında Toplumsal Tarih dergisinde yayınlanan Sis'teki Ermeni Yaver Efendi'nin konaeğı ile ilgili olarak  "Ruhlar Konağı" başlıklı yazıyı sunuyorum: 
                                                     Ermeni Yaver Mıcırıkyan  Efendi 


RUHLAR KONAĞI 

Ekim 2010’da Beyrut’taydım. Arkeolog ve aynı zamanda tarihçi olan bir arkadaşımı ziyaret etmiştim. Kendisi bir araştırma gezisi için gittiği Sis – Kozan’dan yeni dönmüştü. Büyük bir sevinçle bana çektiği fotoğrafları gösteriyordu. Çektiği fotoğraflar arasında Sis – Kozan’ın en güzel evlerinden biri olan Yaverin Konağı’nın fotoğrafları önemli bir yer tutuyordu. Arkadaşım bu evin bir Ermeni’ye ait olduğunu ve yıllarca kaderine terk edilmiş ve yarı yıkılmış bir halde olduğunu anlattı. Son dönemde ise, AK Parti’li belediyenin girişimiyle Konak restore edilmiş,  otel-restorana çevrilmiş ve Sis – Kozan’ın en gözde turistik mekânlarından biri haline gelmiş. İnternette, konağın resimlerinin, içinin ve odalarının dekorasyonunun görüldüğü bir websitesi bile var.
Buraya kadar herşey gayet normal. Hatta, eski bir yapıyı aslına uygun şekilde restore etmek, arada sırada eski sahiplerini de anma cesareti göstermek övülesi bir şey. Sonuç olarak bu adımlar, Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerden onlara ait tüm şahsi ya da cemaate ait yapıları yok ederek, Ermenilerin izlerini silmeye çalışmakla karşılaştırıldığında tercih edilesi adımlar.
Ama bütün bunların yanında başka bir şey daha var: Arkadaşımın gösterdiği Yaverin Konağı’nın resimleri, büyük dedem Krikor Mcrkyan’ın (Yaver Efendi deniyordu kendisine) evinin resimleriydi… Bu nedenle fotoğraflar beni derinden etkilendi. Bu karşılaşmaya kadar, Konak aile hafızamızda önemli bir yere sahipti. Yıllar geçtikçe yaşlılar ölmüştü ve genç kuşaklar bu konağın Sis – Kozan’ın eski ya da yeni görünümünde nasıl bir yere sahip olduğunu bilecek durumda değildi. Ancak evin yeri sadece coğrafi bir referans değil, aynı zamanda kişisel anıların dolu olduğu ailenin ve sülalenin önemli bir mirasıydı.
İlk işim haberi anneme, yani Yaver Efendi’nin tornuna vermek ve konağın yeni fotoğraflarını ona göstermek oldu. Haber, Krikor Mcrkyan’ın torunları olan, annemin 15 kuzen ve kuzinleri arasında hızla yayıldı. Tarihçi tarafım işbaşına geçti ve başladım akrabalarımdan onların da kendi anne babalarından duydukları  eve dair anılarını toplamaya. Onların hiçbiri bu evde yaşamamıştı, bu nedenle anlatılanlar parça parça anılardan ibaretti. Krikor’un kızı bu evde piyano çalmayı öğrenmişti, aynı piyanoda Krikor’un karısı Hripsime, Sis Katolikosluğu’ndaki dini görevlilerden birinden öğrendiği  “Hayr Mer” duasını çalmıştı. Bir diğer kızı Yeranuhi evin büyüklüğünü, geniş avlusunu ve avludaki portakal ağaçlarını hatırlıyordu, bir de sürekli evlerinde duş ve elektrikli zil olduğunu söylüyordu. Annem, Yaver Efendi’nin Kudüs’ten getirdiği ve aile içinde “Ana”  ismiyle hatırlanan bir kahve takımını halen saklar. Yaver Efendi’nin zenginliğinin “sırrı” da anlatılır. Annesi “Kalıncı Ana” Sis – Kozan’nın hali vakti yerinde ailelerinden Paşabezyanların evinde çamaşırcıydı. Paşabezyanların kızı Hripsime, 21 yaşındaydı ve o dönem için “evde kalmış” sayılırdı. Bu kızı, çamaşırcının güzel yüzlü, yapılı oğlu Krikor’la evlendirme fikri böyle doğmuştu. Evlendikten sonra Krikor hızla belli bir zenginlik sahibi olur ve girişimci ruhu sayesinde kısa zamanda maddi durumunu daha da iyileştirerek Sis – Kozan’ın önde gelen tüccarlarından biri olur.
Garip bir şekilde, bu evin hikayesiyle ilgilenmeye ve araştırmaya başlamamla birlikte, bir başka evin, Yaverin Konağı ile dolaylı olarak ilgili olan bir evin hatırası zihnimde aniden canlanmaya başladı. Bu, dedem Haçik Mcrkyan Yaveryan’ın Beyrut’ta, demir köprünün karşısındaki eviydi. Yaver Efendi’nin altı çocuğu, Yeranuhi, Zaruhi, Hayguhi, Haçik, Misak ve Nubar bu evde toplanırlardı. O zamanlar çoğu Beyrut’ta yaşardı ve çocuklarıyla, torunlarıyla Paskalya’yı, yeni yılı hep birlikte kutlarlardı. Evin bir duvarında, evin ikonu haline gelmiş olan Yaver Efendi’nin büyük ve renkli bir portresi asılıydı. Beyrut bir şekilde Sis – Kozan’ın yerine geçmişti, aile ocağının ateşi sönmemişti, herkes biraradaydı ve hayat tüm hızıyla devam ediyordu.
1970’lerde başlayan Lübnan iç savaşı, büyük aile hayatını sürdüren birçokları için olduğu gibi, bizler için de, tam bir bir felaket olacaktı. Silahlı çatışmalar bu renkli aile ortamına büyük bir darbe indirecekti. Yaver Efendi’nin çocukları, torunları, torunlarının çocukları birbirinden ayrılacak ve her biri başka bir yöne doğru gidecekti. Marsilya, Los Angeles, Nis, San Francisco, Paris, Montreal, Berlin… Çok azı Beyrut’ta kalacaktı. Çatışmaların yoğun olduğu günlerde bir bombanın dedemin evini vurması ise bu felaketin doruk noktası olacaktı. Ev, Sis – Kozan’dan kalan eşyaları, fotoğrafları, Yaver Efendi’nin duvarda asılı resmini ve daha birçok şeyi de alarak yanıp kül olacaktı…
Dedemin yanmış ve yıkıntı haldeki evi bugün olduğu gibi duruyor. Beyrut’a her gittiğimde, evin önünden geçerken içimi derin bir acı kaplıyor. Büyük bir ihtimalle o da diğer tüm eski Beyrut evlerinin kaderini paylaşacak, bir gün yıkılacak yerine yeni bir bina yapılacak. Bu ev benim için Lübnan’daki iç savaşın en zor ve en ağır dönemlerini yaşadığım felaketin tanığıdır.
Yaverin Konağı’nın da Sis – Kozan’daki durumu da farklı değil. Hatta bence orası felaketin başladığı yerdir…
B urası, 1918’de Yaver Efendi’nin cesedinin getirildiği yerdir. Hıripsime, altı çocuğunu tuttuğu gibi yukarı çıkarıp babalarının cansız bedenini görmelerini engellemeye çalışmıştır. Anlaşılan o ki, Krikor Efendi Felâket yıllarında bağlantıları sayesinde kendisini ve ailesini sürgünden kurtarmıştır. Fakat savaşın son yılında İttihad ve Terakki Fırkası’ndan Türk arkadaşları sonunda onu öldürürler. Birkaç sene önce, Nantes’de Kilikya’daki Fransız egemenliği dönemindeki belgeleri incelerken tesadüfen Krikor Efendi’nin öldürülmesi davasında yargılanan beş kişinin dosyasını buldum. Suçlu bulunanlardan biri Sis – Kozan’ın divanının başında bulunuyordu, diğeri ise belediye meclisindeydi. Suçlular kaçmıştı. Fransız hükümeti suçluların adalete teslim olmamaları halinde, ailelerini Kozan’dan sürmekle tehdit ediyordu. Daha sonra ortaya çıkan siyasi değişim, davanın durmasına ve diğer pek çok davada olduğu gibi kapanıp unutulmasına sebep oldu.
Ailenin diğer üyeleri bu konakta birkaç sene daha yaşamaya devam etti. Ateşkes sonrasında Fransız ordusu Sis’i de ele geçirmişti. Sürgüne gönderilip hayatta kalabilenler geri dönüyor ve yeni bir hayat kuruluyordu. Ailenin en büyük oğlu, büyük babam Haçik, evin büyüğü rolünü üstlenmişti. Öldürülen babasının yerine Sis – Kozan’ın önde geleni rolünü kendisi geçer ve gerek devlet katında, gerekse cemaatin toplumsal hayatında aktif rol alır. Ama işler çabuk değişir. Türk ordusu şehri yaklaşmış ve Fransız kuvvetleri çekilme kararı almıştır. 1920 Mayıs’ında Fransızların bu kararına Ermeniler de uyacaktır.
Yine de, ailenin Yaverin Konağı ile ilgili hikayesi burada bitmez. Çok daha geç bir buluşma daha vardır. Dedem sürgün yıllarında Sis’deki Türk komşularıyla bağlarını koparmadı. Hatta 1960’larda onları Lübnan’a davet ederek misafir etti. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir ziyaret Ermeni toplumunun önde gelenleri tarafından pek de hoş karşılanmamıştır. Fakat sanıyorum, dedemin aklındaki plan başkaydı. O, yıllarca hayalini kurduğu son adımı atmanın yolunu açıyordu. Gerçekten de, Türk komşuları, Beyrut’taki ziyaretten sonra, iade-i ziyaret için dedemi Sis – Kozan’a davet ettiler. Böylece dedem, yurdu olan topraklara 1960’ların sonunda gitti ve Yaverin Konağı’nı, yani kendi evini gördü.
Dönüşünde ise bir kalp krizi sonucu, felç geçirdi ve birkaç sene sonra da öldü.
**
Yaverin Konağı’nın gerçek sahiplerinin evlerini ve yurtları olan şehri bırakarak dünyanın farklı yerlerine yerleşmelerinin üzerinden yaklaşık yüz sene geçti. Garip bir şekilde, büyük dedeme ait olan Konak, onun hatırası ve bugüne dair gelişmeler beni ve ailemi etkilemeye devam ediyor. Aslında bunun sebebini bulmakta ve tatmin edici bir cevap  vermekte ben de zorlanıyorum. Olan biten herşey içinde pek çok tezat barındırıyor. Bir taraftan Yaverin Konağı’nın puslu, eskimiş hatıraların ambarından çıkıp, yeni ve gerçek hatlarıyla karşımda durmasına seviniyorum. Artık yaşayan bir gerçeklik o. Güzelliğiyle gurur duyuyorum. Aynı gururla da resimlerini sevdiklerime gösteriyorum. Birkaç sene sonra kuşkusuz çocuklarıma da aynı duygularla göstereceğim konağın resimlerini. Bir zamanlar dedelerine ait olan evlerin yenilendiğini görmek isteyen kimbilir kaç Ermeni vardır….
Fakat, bir de işin yenilir yutulur olmayan tarafı var. Arkadaşımın Sis’ten getirdiği broşürlere, Yaverin Konağı’nın restorasyonu ve tarihi  ile ilgili bilgilerin olduğu yazılara bakıyorum. İlk bakışta, büyük dedemin adının her yerde geçiyor olmasını görmek ilginç ve takdire şayan geliyor. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var. Onun, sadık bir Osmanlı vatandaşı olması, “Yaver” ünvanını alması sürekli vurgulanıyor. Bunun anlamı nedir? “Sadık vatandaş” kavramını kim, nasıl tanımlıyor? Bugünün Türkiye’sinde yerel yönetimin kaynaklarıyla bir Ermeninin evini yenilemek  için ilk olarak onun ne kadar sadık bir vatandaş olduğunu söyleyerek bu adımı meşrulaştırmak mı gerekiyor? Bundan daha da kabul edilemez olan şey ise, Krikor Yaver Efendi Mcrkyan’ın ailesinin tamamen yok sayılmış olmasıdır. Sonuç olarak büyük dedem sadece bir isimden ibaret değil. Altı çocuğu, torunları, torunlarının çocukları olmuş…. Onlardan biri de benim. Ama konağın restorasyonunu yapanlar için bizler sanki yokuz, büyük bir yokluğuz…Evet,  Sis – Kozan’ın bir zamanki Ermeni mukimleri bugünün resminde yoklar. Ancak öyle görünüyor ki, tamamen  ve sonsuza kadar yok sayılıyoruz…
Aslına bakılırsa, Yaverin Konak’ının bende derin bir ruhsal geçmişi var. Ve sorun tam da bu bağın ruhsal bir bağa dönüşmüş olmasında. Konak, arkabalarım ve benim için, aynen dedemin Beyrut’ta demir köprünün karşısındaki yıkıntı halinde duran evi gibi hatıralarla dolu bir ruh oldu. Fakat iki ev arasındaki karşılaştırma sadece bununla sınırlı. Dedem Beyrut’ta kiracıydı, hiç kendinin olmayan bir evde. Evi, kendi toplumunu hedef almayan bir savaş sırasında yandı ve yıkıldı. Yani burada bir haktan mahrum olma durumu yok.
Yaver Efendi’nin Konak’ı durumunda ise öncelikle ailemizin hafızasını bu konağa bağlayan aydınlatılmamış ve cezalandırılmamış bir cinayet var. Ailenin konakla bağını tamamen kesen toplu bir sürgün var. Cinayet ve sürgün soruna bambaşka bir boyut katıyor. Çekilip alınmış aile ocağı, on yıllar geçmesine rağmen adaletsizliğin vücud bulmasına dönüşüyor. Yani, akrabalarım ve benim için Krikor Yaver Efendi Mcrkyan’ın öldürülmesiyle ilgili, resmi olarak bir yanıt almadığımız ve Yaverin çocukları Haçik, Misak, Nubar, Yeranuhi, Zaruhi ve Hayguhi’nin anneleri Hripsime ile birlikte Sis – Kozan’ı ve o muhteşem konağı neden bırakıp gitmek ve başka ülkelere yerleşmek zorunda kaldıklarına dair resmi makamlardan somut bir cevap almadığımız sürece Yaverin Konağı’nın yenilenmesi, güzel bir otel – restoran olarak kullanılması utanç vericidir.
Bu sorulara cevap verildiği takdirde Yaverin Konağı ve onun mirasının yeniden topluma kazandırılması da farklı bir anlam taşıyacaktır. O zaman belki Ermenilerin kültürel mirasına dahil olan mezar taşları (haçkarlar), okullar, kiliseler ve evler de yenilenebilir. O zaman, Sis Kozan’daki Ermenilerle ilgili belediye bünyesinde bir müze açmak ve ailemin de başlangıcından, yurtlarını bıraktıkları o karanlık güne dek bölgenin tarihindeki yerini anlatmak mümkün olur. Böyle bir girişime ben de seve seve katkımı sağlamak isterim.
Bu yazı Toplumsal Tarih Dergisi’nin Aralık 2010 sayısında yayımlanmıştır.
Ermenice’den çeviren Talin Suciyan

Topraklarından koparılan insan hikayeleri


Mehmet Tıraş
 Sizleri bilmem ama ben zorla doğduğu topraklardan koparılmış ve parçalanmış ailelerin hikayelerini dinlerken,böyle bir romanı okurken,bir filmi seyrederken çok duygulanır tüylerim diken diken olur.
Yanılmıyorsam üç yıl veya dört yıl önce aramızdan ayrılan rahmetli  ünlü gazeteci Mehmet Ali Birand kendisiyle özdeşleşen 32.Gün programını Ermenistan’ın bir üniversitesinde yapmıştı.. Ermeni gençlerle Türk-Ermeni meselesi ve iki ülke arasında yaşanılan siyasetten çok beni Ermeni gençlerin Türkiye’nin değişik il ve ilçelerini anlatmalarını hiç unutamam.Malatya,Muş,Sivas gibi illerden ve bu illerin ilçelerinden bahsetmelerini pür dikkat dinlemiştim,sanki daha dün ayrılmışlar gibi buraları anlatıyorlardı Ermeni gençler.
Birand usta bir gazetecilikle ayrıntıya girdi ve Ermeni gençlere sordu siz bu illeri ve ilçeleri nereden biliyorsunuz,diye?
Gençlerin hepsi anneannelerinden,büyük babalarından dinlediklerini ve bu ayrılık hikayelerini anlatırken de ağlayarak anlatırlardı,bizlere diyorlardı.
Ne kadar acı verici bir olaya düşüne biliyor musunuz?
Keşke bu program televizyonlarda tekrar verilse veya bir üniversite bu konuya eğilip bir tez konusu yapsa; insanlık dramı açısından ne kadar iyi olur,zorla yerinden yurdundan göçe zorlanmış,kültürlerinden koparılmış, bedenleri parçalı yaşayan insanların hayat hikayeleri,bilmeyenlere ve gelecek nesillere  belgesel olarak aktarılsa.
Tabi bir de kitlesel mübadele olayı var, onun dramı da bambaşka.
Radikal gazetesinin 19.5.013 tarihli Pazar eki Radikal İki de ilginç  olduğu gibi dramatik iki insan hikayesi yayınlandı “Toprak ile İnsan” başlıklı Karin Karakaşlı imzalı bir makaleydi ama siyasi bir gazete ekinde,  değil de; tam bir edebiyat dergisinde yayınlanacak  edebi bir yazıydı çok etkilendim.
Kürtçe,Arapça ve Ermenice halk şarkılarının unutulmaz sesi Aram Tigran,2009 yılında yurt dışında öldüğünde,Diyarbakır da gömülmeyi vasiyet etmişti izin çıkmadığı için,Bürüksel de Ermeni mezarlığında toprağa verilir .Demokratik toplum Partisi(DTP) İl Başkanı Fırat Anlı sonunda Diyarbakırdan götürdüğü toprağı sanatçının tabutunaun üzerine döker;sen toprağa kavuşmazsan toprak sana kavuşur misali unutulmaz bir örnek sergiler Anlı.
Anlı’nın sanatçının mezarının başında söylediği o güzelim sözleri hatırlayalım:”Mezopotamya bülbülü,senin için Amed’den selam ve sevgi getirdim.Senin vasiyetini yerine getiremediğimiz için özür diliyorum.Bizi bağışla,elimizde olmayan nedenlerden dolayı seni Amed’e getiremedik.Ama seni halkımızın gönlüne yerleştirdik.Sana söz veriyoruz,çok kısa bir zaman içerisinde vasiyetini yerine getirip topraklarına kavuşturacağız.”
Bir Süryaninin toprağına hasret ölümü ise ayrı bir yürek dağlıyor;Cemil Yaramış  daha 39 yaşında son nefesini verirken beni Şırnak’ın Beytüşşebab ilçesine bağlı,ceviz ağacı köyünün Kato dağının eteğinde toprağa verilmesini istiyor.Bu isteği iç savaş nedeniyle ilk önce yereine getirilememiş;şimdi  ancak ateşkesle birlikte aile Yaramış’ın cenazesini,Belçika’daki mezarından alıp Kato dağında toprağa verilmek üzere,Süryani Papaz  ve BDP’li Belediye başkanı ve BDP siyasetçilerden oluşan kırk kişinin omzundan hasret kaldığı toprağına kavuşuyor.
Nasıl bir ülke ki insanın ölüm vasiyeti için istediği toprağı bile hasret bıraktırıyor.
Bizim kadim devletimiz sadece gayri Müslimlere değil özünden ve inancından şüphe duymadığı ama kendine itaat etmeyen vatandaşlarına da az çektirmemiştir.
PKK ile başlayan güney doğudaki çatışmalardan köyleri yakılıp-yıkılan zorla göç ettirilip kentlere naylon çadırlara yerleşmiş,derme çatma bir barakalarda kalan insanlar, yığınlarca kentlerin kenar mahallerinde yaşam mücadelesi veriyorlardı.Onlarca Güney doğu insan hikayelerinden basına yansıyandan bir örnek.
Bunlardan birisi Kızılay’ın dağıttığı  yemekten almak için kuyrukta sıra beklerken, bir gazeteci ayak üstü 55-60 yaşlarında bir adamla röportaj yapmıştı.
Adam,ben köyümde 20 büyük baş hayvanı olan ve  80-90 küçük baş hayvanı olan bir adamdım ve evime gelen misafirime kuzu keserdim, şimdi Kızılay kuyruğunda yemek dileniyorum,bunu nasıl kabullenirim,nasıl devletle barışık olurum,diyordu.
Bana böylesi insan hikayeleri; kanın taşı içine emdiğini ve ne kadar yıkarsanız yıkayın emdiği kanı vermez, bir gün olur içine sızdırdığı kanı,taş tekrar dışa vururmuş.Taş-kan hikayesi toprağından koparılan insanların hikayesine benzemiyor mu?.Toprağından koparılan insanlar  ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, toprağına ya kavuşuyor veya bunu bir insanlık hikayesi olarak kuşaktan kuşağa aktarıyor edebiyat ve sanat yoluyla.Sanat ve edebiyatta insanlığın yaşadıkları ve hayal ettiklerini anlatmak değil mi?İyi ki edebiyat ve sanat var; yoksa siyasetçinin inkarıyla nasıl baş ederdik.
Hayalinin baharında hayal ettiği yere uçarken  genç denilecek 45 yaşında 1983 yılında; Esenboğa da  bir uçak kazasında yaşamını yitiren şair Ergin Günce’nin hem hayalini anlatan, hem de yaşadıklarını yansıtan bir şiiriyle yazıya farklı bir insan hikayesiyle düğümleyelim;1972 yılında yazdığı bir şiir de Ergin Günce şöyle diyor:
Dün burada üç abiyi asmışlar/Suç anayasayı devirmek/zor mudur acaba asılmak/Yusuf’un bende bir gömleği kaldı/rahatlarım bankanın camını kırsam/ben asılırken bile gülen adamım.
Acaba şair elim uçak kazasında ölürken gülmüş müdür?
İyi ki şairle var..
Şairler ölümü sevdiren insanlardır.
Ölümü beklemek doğumu beklemekten daha zordur!.
Ölüm sevilmeseydi korkusunu nasıl tarif ederdik?
.