Sayfalar

Popüler Yayınlar, Gazeteler, Haberler

28 Şubat 2014 Cuma

Adana 1909 Ermeni Katliamlarının ölümsüz tanıklığı















YIKINTILAR ARASINDA
Zabel Yesayan, Önsöz Marc Nichanian; Ermeniceden çeviri Kayuş Çalıkman Gavrilof
Redaksiyon-yayına hazırlama Ardaşes Margosyan; Düzelti Nıvart Taşçı / Kapak Tasarımı Aret Gıcır
Tanıklık, 320 sayfa, 13x19,5 cm
ISBN 978-605-5753-43-6
Mart 2014, 22 TL
Aras Yayıncılık, Batı Ermeni edebiyatının önde gelen yazarlarından Zabel Yesayan’ın en önemli eserlerinden olan Yıkıntılar Arasında’yı 100 yıl sonra Türkçeye kazandırıyor.


Yıkıntılar Arasında, Nisan 1909’da Adana’da yaşanan katliamda yerle bir olmuş Ermeni mahallelerinden ve köylerinden canlı tanıklıklar barındırıyor. Kırımların ardından İstanbul Ermeni Patrikhanesi tarafından bölgeye yollanan yardım heyetinde bulunan Zabel Yesayan, harabeye dönmüş Adana’da geçirdiği üç ayın izlenimlerini, tanık olduğu ıstırap ve yıkımı aktarıyor Yıkıntılar Arasında’da. Kozan’dan Hacın’a, Dörtyol’dan Osmaniye’ye uzanan bu karanlık yolculukta, Adana’daki binlerce yetimin, dulun, idam mahkûmunun gözü, kulağı, sesi oluyor Yesayan.

Ermeni tanıklık edebiyatının en vurucu örneklerinden olan Yıkıntılar Arasında, Ermeni edebiyatı üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen Marc Nichanian’ın geniş önsözü, Zabel Yesayan’ın Adana yetimhaneleri yazısı ve katliamların ardından meclis tarafından bölgeye yollanan Edirne mebusu Hagop Babigyan’ın raporu ve katliam günlerinden yirmi kadar fotoğrafla zenginleştirilmiş olarak okuyucuların dikkatine sunuluyor.

“Ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin kanlı sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza.” ZABEL YESAYAN

Zabel Yesayan (1878-1943?)

Yazar ve çevirmen. Üsküdar’da doğdu; gençlik yıllarını burada geçirdi. İlk edebi eseri 1895’te yayımlandı. Aynı yıl Paris’e gitti; Sorbonne’da edebiyat ve felsefe derslerini takip eti. İstanbul’a ancak 1908’de, Meşrutiyet ilan edilince kesin dönüş yaptı. Yazarlık kariyerinin bu en verimli yıllarında kaleme aldığı öykü, deneme ve romanlarında, kadın hakları ve kadınların toplumsal yaşamdaki konumlarına geniş yer ayırdı. Yazıları ve çevirileri Fransızca ve Ermenice dergi ve gazetelerde yayımlandı.
24 Nisan 1915’te, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtuldu. Bir süre Bulgaristan’da kaldıktan sonra Bakü’ye geçti; Ermeni mülteci ve yetimler için yardım faaliyetlerine katıldı. 1921’de Paris’e döndü.
Ermenistan hükümetinin daveti üzerine 1933’te Yerevan’a göç etti. Yerevan Devlet Üniversitesi’nde edebiyat dersleri verdi. 1934’te Ermenistan Yazarlar Birliği’nin üyesi oldu. 1937’de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanıp Sibirya’ya sürüldü. Ölüm tarihi ve yeri kesin olarak bilinmemektedir.


ARAS YAYINCILIK
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas 231/Z
Tünel-Beyoğlu, İstanbul
T: 0212 252 65 18
info@arasyayincilik.com

www.arasyayincilik.com

27 Şubat 2014 Perşembe

12 bin 211 köyün adı değiştirilmiş / Radikal - 13/05/2009

12 bin 211 köyün adı değiştirilmiş

12 bin 211 köyün adı değiştirilmiş
13/05/2009 08:09
Türkiye köylere Kürtçe isimlerin dönüşünü tartışırken, bir araştırmaya göre 1940-2000 yıllarında köylerin yüzde 35'inin adı değiştirildi. Kürtçe, Ermenice, Gürcüce, Lazca isimlerin yanı sıra içinde 'kızıl', 'çan', 'kilise' gibi sakıncalı sözcükler geçen Türkçe adlar da tarihe karıştı


TARIK IŞIK
ANKARA - Hükümetin, isimleri değiştirilen Kürtçe köylerin eski isimlerine kavuşabileceğinin mesajını vermesi dikkatleri bu yöne çekerken, Fırat Üniversitesi Beşeri ve İktisadi Coğrafya Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Harun Tunçel’in araştırması yaşanan trajediyi gözler önüne seriyor; 1940 -2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm ülkedeki köylerin yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi. Erzurum’un 653, Mardin’in 647, Diyarbakır’ın 555, Van’ın 415, Sivas’ın 406, Kars’ın ise 398 köyü bir gecede haritadan silindi. Kürtçe, Gürcüce, Lazca ve Ermenice olarak bilinen köy isimleri büyük ölçüde değiştirilirken, içinde ‘kızıl’, ‘çan’ ve ‘kilise’ sözcüğü geçen ‘sakıncalı’ bazı köylere de yeni isimler verildi. Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce, Türkçe sanılan bir köy isminin de Ermenice olabileceğine dikkat çeken Tunçel, “Dilbilimcilerin incelemesi sonucu Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinden izlere de rastlanabilir” dedi.
Doç. Dr. Harun Tunçel’in 1940 -2000 yıllarını kapsayan, ‘Türkiye’de İsmi Değiştirilen Köyler’ çalışması, Türkiye’nin yakın tarihinin görmezlikten gelinen bir sayfasına ışık tutuyor. 1940’dan günümüze hem Türkçe olmayan hem de Türkçe köy adlarında geniş çaplı bir isim değiştirme operasyonu yapıldığını belirten Tunçel’in verdiği bilgiye göre köy isimlerine değişiklik tablosu şöyle:

* İsimleri değiştirilen köyler tüm Türkiye’ye yayılmış. Ancak, Doğu Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde belirgin bir yoğunlaşma var. Köylerin yeni isimleri henüz, halk tarafından tümüyle benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler ile yaşlılar hâlâ eski isimleri tercih ediyor.

* Türkiye’de yer adlarının değiştirilmesi işlemleri Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri yapılıyor. Örneğin Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları ‘Meclis- i Umûmiyye -i Vilâyet’ (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi.

1940 dönüm noktası oldu
* Ad değiştirme işlemleri İçişleri Bakanlığı’nın 1940 yılı sonlarında hazırladığı 8589 sayılı genelgeyle resmileşti ve ‘yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan yerleşme yerleri ile tabii yer adlarının Türkçe adlarla degiştirilmesi’ başlatıldı. Genelgenin ardından valilikler tarafından yabancı dil ve köklerden gelen yer adlarına ilişkin dosyalar hazırlanarak bakanlığa gönderildi. Ancak bu çalışmalar 2. Dünya Savaşı nedeniyle uzun süre aksadı. 1949 yılında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’yla isim değiştirme işlemleri yasal bir dayanağa kavuştu. 1957’de ‘Ad Değiştirme İhtisas Kurulu’ kuruldu. Bu kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte 1978 yılında ‘tarihi değeri olan yer adlarının da’ değiştirildiği gerekçesiyle işlemlere son verilinceye kadar sürdü.

* Türkiye’de ismi değiştirilen köylerin sayısı 12 binden fazla. Bir başka ifadeyle köylerin yaklaşık yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme işlemlerinde en çok dikkat edilen özellik Türkçe olmayan veya olmadığı düşünülenler ile karışıklığa sebep olan isimlerin öncelikle ele alınması.

Bütün etnik grupları vurdu
* Aptaldam, Atkafası, Cadı, Çürük, Deliler, Domuzağı, Dönek, Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı, Keçi, Kıllı, Komik, Kötüköy, Kuduzlar, Sinir, gibi anlamları güzel çağrışımlar uyandırmayan isimler ile içinde ‘kızıl’, ‘çan’, ‘kilise’ kelimesi olan köylerin isimleri de değiştirildi. Kürt, Gürcü, Tatar, Çerkez, Laz, Arap, muhacir gibi kelimeler içeren köy isimleri de ‘bulundukları ortamda bölücülüğe meydan vermemek’ için tarihe gömüldü.

* Karadeniz bölgesinde en çok dikkati çeken özellik Trabzon ile Rize arasındaki yoğunlaşma. Trabzon ve Rize’de toplam 495 köyün ismi değiştirildi. 20’si Türkçe’yken, diğerleri Rumca, Lazca, Ermenice, Gürcüce oldukları için silindi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da yok olan isimler çoğunlukla Ermenice, Kürtçe veya Arapça kökenliydi.

Hangi isim hangi dile ait?
Radikal’in sorularını yanıtlayan Doç. Dr. Harun Tunçel, isimleri değiştirilen köylerin eski isimlerinin kökenini ortaya koyan bir çalışma olmadığını söyledi. Bu konu üzerinde dil bilimcilerin çalışması gerektiğinin altını çizen Tunçel, “Bu iş için de Türkçe, Farsça, Arapça, Ermenice, Zazaca, Kurmanca, Süryanice-Aramca, Sümerce, Akadca, Urartuca gibi pek çok dil ve lehçesi ile ilgili derinlemesine bilgi sahibi olunması gerekir” dedi.

Kürtçe sanılan aslında Sümerce
Köy isimlerinin zaman içinde değiştiğini, Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce, Türkçe, Aramca olabileceğini, aynı şekilde Türkçe sanılan bir ismin Arapça, Ermenice veya Akadca olabileceğini anlatan Tunçel, “Hatta dilbilimcilerin incelemesi sonucunda şu anda yaşamayan Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinin izlerine de rastlanabilir. Yer adlarının değiştirilmesi konusunda da kanuni bir sıkıntı yoktur, prosedür uygulanırsa bu mümkündür” diye konuştu.

Erdoğan’ın memleketi de mağdur
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinin eski ve halen halk arasında yaygın olan ismi ise ‘Potomya’. Doç. Dr. Tunçel’in araştırmasına göre 2000 yılı itibarıyla ismi değiştirilen köylerin illere göre dağılımı şöyle:
Adana (169), Adıyaman (224), Afyonkarahisar (88), Ağrı (374), Amasya (99), Ankara (193), Antalya (168), Artvin (101), Aydın (69), Balıkesir (110), Bilecik (32), Bingöl (247), Bitlis (236), Bolu (182), Burdur (49), Bursa (136), Çanakkale (53), Çankırı (76), Çorum (103), Denizli (53), Diyarbakır (555), Edirne (20), Elazığ (383), Erzincan (366), Erzurum (653), Eskişehir (70), Gaziantep (279), Giresun (167), Gümüşhane (343), Hakkâri (128), Hatay (117), Isparta (46), İçel (112), İstanbul (21), İzmir (68), Kars (398), Kastamonu (295), Kayseri (86), Kırklareli (35), Kırşehir (39), Kocaeli (26), Konya (236), Kütahya (93), Malatya (217), Manisa (83), Kahramanmaraş (105), Muğla (70), Muş (297), Nevşehir (24), Niğde (48), Ordu (134), Rize (105), Sakarya (117), Samsun (185), Siirt (392), Sinop (59), Sivas (406), Tekirdağ (19), Tokat (245), Trabzon (390), Tunceli (273), Şanlıurfa (389), Uşak (47), Van (415), Yozgat (90), Zonguldak (156)

15 Şubat 2014 Cumartesi

Tehcir kanunu 1915

Tehcir kanunu 1915

Vakt-i seferde icraat-ı hükûmete karşı gelenler içün cihet-i askeriyece ittihaz olunacak tedabir hakkında kanun-ı muvakkat

Madde 1. Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükûmete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silâhla tecavüz ve mukavemet görürlerse, derakap kuvve-i askeriye ile en şiddetli surette tedibat yapmağa ve tecavüz ve mukavemeti esasından imha etmeye mezun ve mecburdurlar.

Madde 2. Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, icabat-ı askeriyeye mebni veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri kurâ ve kasabat ahalisini münferiden veya müctemian diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.

Madde 3. İşbu kanun tarih-i neşrinden muteberdir.

Madde 4. İşbu kanunun meriyyet-i ahkâmına Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.

Meclis-i Umumi'nin içtimaında kanuniyeti teklif olunmak üzere işbu layiha-i kanuniyenin muvakkaten mevki-i meriyyete vazını ve kavanin-i devlete ilavesini irade eyledim.

13 Receb 1333, 14 Mayıs 1331

Mehmed Reşad
Sadrazam Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı
Mehmed Said Enver

ZEHRA BİLİR (Eliza Surhantakyan)


ZEHRA BİLİR (Eliza Surhantakyan), 26 Mart 1913 yılında doğdu. Aslı, Arapkirli olup, eskiden mamüretülaziz’e yani Elazığ’a bağlıydı, şimdi Malatya’ya.

            Eliza Surhantakyan, 1915 yılının acılarının yaşandığı günlerden sadece iki yıl önce dünyaya gelmişti. Babası Harutyun, sonuçları Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen sona erdirecek olan 1. Dünya savaşı günlerinde silah altına alınmış bir askerdi. Hangi cephede savaştığı hiçbir zaman öğrenilememiş, yersiz yurtsuz bir asker olarak, bir daha yuvasına geri dönememişti.

           1915 tehcir günlerinde, tüm bölgede olduğu gibi Arapkir de karışmıştı. Henüz kucakta olan Eliza Surhantakyan’ın akrabalarından pek çoğu da tehcir listelerine yazılmıştı. Eliza’nın annesi çaresizdi. Bir oğlu ve Eliza dâhil üç kızı vardı ve çocukları çok küçüktü. Sonunun ne olacağı söylenmeyen tehcire yazılma korkusundan ne yapacağını şaşırmıştı. Genç bir duldu. Sonunda Arapkirli bir Türk’ün evlenme teklifini kabul edip yeni bir hayata adım atmaya karar verdi. Hal böyle olunca, aile Arapkirli Ermenilerin korkulu rüyası olan tehcirden kurtulacaktı. Belki akrabaları, belki de çevreleri tarafından bir Türk’le evlenmesi yadırganacaktı ama o çocukları için bu fedakârlığı yapacaktı. Küçük Eliza, yeni babasını kabullenmiş ve onun verdiği ‘Zehra’ ismini kullanmaya başlamıştı. Yeni adıyla Arapkir İlkokulu’na yazılmıştı bile.

            “Çocukluğu çok mutlu geçti. Acı günleri görmedi. İlköğretimini Arapkir’de aldı. Çok çalışkan bir öğrenciydi. Öğretmeni çok severdi. Çalışkanlığı sayesinde sınıfları çifter çifter atladı.”

            Küçük Eliza, daha o günlerde müzikle içli dışlı olmaya başlamıştı. Düğünlerde ya da eğlencelerde duyduğu türküleri hemen ezberler, eve döndüğünde bunları kardeşlerine söylerdi. Sonraki zamanlarda bu konuda yöneltilen sorulara “efendim, biz Anadolu çocuğuyuz. Konuşmaya başladığım günden bu yana türkü okuyorum diyebilirim. Çocuklar, özellikle doğu’da, konuşmaya türkü söyleyerek başlarlar” diye cevap verecekti.

            Küçük Eliza 10 yaşına geldiğinde Cumhuriyet’in ilanı ve baba bildiği, kabullendiği insanın ölümüyle, sevinci ve üzüntüyü bir arada yaşar. Aile yeniden sıkıntıların içine düşmüştür. Zaten bölge yeniden kaynamaya başlamıştır. Bu kez isyan edenler Kürtlerdir. Eliza ve ailesi için tek çare göçtür; bir akrabalarının bulunduğu Kayseri’ye gitmeye karar verirler.

            Yaylı bir at arabasıyla Arapkir’den Kayseri’ye doğru yola çıkan aile, yükte hafif, pahada ağır, dünyalık neleri varsa yanına almıştır. Bölgeyi kasıp kavuran Kürt isyanı nedeniyle yollar çok da tekin değildir. Her yeri yağmalamakta olan kürt çeteleri, Kayseri’ye doğru ağır ağır ilerleyen bu küçük arabayı da durduracak ve soyacaktır. Zehra’nın ailesi de bu çetelerden nasibini alacak ve her şeyini kaptıracaktır. Araba Kayseri’ye ulaştığında ellerinde paha edecek hiçbir şey yoktur. Kayseri, o günlerde Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan görüşmeleri sırasında varılan ‘halklar mübadelesi anlaşması’ nedeniyle Ortodoks Rum ahalisini kaybetmiş, şehir yarı yarıya boşalmıştır.

Aile, askerlerin yardımı ile Rumlar tarafından boşaltılmış bir eve yerleşir. Bir süre sonra Ermeni komşuların yardımı sayesinde kendilerine yeni bir hayat kurarlar. Küçük Eliza, Kayseri Ortaokulu’na kaydolur. Annesi nakış işleyerek hem evin geçimini sağlamakta, hem de Eliza’yı okutmaktadır. Eliza’nın ortaokulu bitirdiği yıl aile, Anadolu’da yaşanan sıkıntılardan uzaklaşmak isteyen Ermenilerin daha özgür saydıkları İstanbul’a göçmeye karar verir.

            “1927’de İstanbul’a göç etti. Destek olan kimseleri yoktu. Geçinmenin bir yolunu bulmak zorundaydı. Daktilo öğrendi ve Divan yolunda düzenlenen bir daktilo yazma yarışmasında birinciliği kazandı. Bir avukatın yanında yazman ve daktilocu olarak çalışmaya başladı. 1933 yılına kadar bu işime devam etti.

Eliza, artık 20 yaşındadır. Yaptığı işten memnun görünmesine rağmen içindeki sanat sevgisi daha ağır basmaktadır. Günün birinde gazetede İstanbul şehir tiyatrosu’nun operet kısmı için dansçı aradığını okuyunca hemen başvurur.

Çocukluğundan itibaren içinde sanata karşı bir ilgi besliyordu. Gazetede okuduğu bir ilanın ardından İstanbul şehir tiyatrosuna başvurdu. O yıllarda tiyatronun sanat yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul üstleniyordu. Muhsin Ertuğrul, başvuran bir kaç kişiyle birlikte Eliza’yı da tiyatroya kabul etti. O dönemde şehir tiyatrosu yeni bir dal olarak operetler sahnelemeye başlamıştı. Birkaç kişiyle birlikte onu da bale bölümüne aldılar. Bedia Muvahhit’lerle, Vasfi Rıza’larla, Muammer Karaca’larla, Feriha Tevfik’lerle, Hazım Körmükçü’lerle oynanan ‘lüküs hayat’, ‘üç saat’ ve ‘deli dolu’ operetleri büyük ilgi görüyordu. Eliza’da bu operetlerde hep dans etti.

Eeliza, İstanbul şehir tiyatrosunda önce figüran, sonraları balerin olarak tiyatro yaşamını sürdürdü. 1935 yılında ilk eşi Selahattin Bilir’le evlendikten sonra tiyatrodan ayrıldı ve Müslüman oldu. Kendisini büyüten Türk babasının verdiği “Zehra” ismini aldı.

Selahattin Bilir, adı ‘Atatürk’ün Müteahhiti’ne çıkan ve soyadını dahi ondan alacak olan, Cumhuriyet’in ilk yıllarının en ünlü inşaat müteahhiti Nuri Demirağ’ın yanında çalışmaktaydı. Nuri Demirağ tarafından ihalesi alınan kara ve demiryolu inşaatlarında taşeron olarak çalışan Selahattin Bilir, Anadolu’yu karış karış dolaşırken, karısı Zehra’yı da yanında götürüyordu. Zehra bilir, şantiyelerde, çadırlarda kalmayı dahi göze alarak, çocuk günlerinde terk etmek zorunda kaldığı yörelerde, dağ tepe demeden, eşiyle birlikte dolaştı. Bu dolaşmalar boşa da gitmedi. Zehra Bilir, içindeki sanat sevgisinin yeniden canlanmasıyla, gezdiği her köyün, kasabanın türkülerini derleyip ezberleyerek, notlar alıp, ileriki günler için hazırlık yaptı.

            “Eşinin işi sebebiyle bütün Anadolu’yu dolaştı. Her gün yeni bir türkü öğreniyordu. Bu öğrendiği türküleri aile toplantılarında istek üzerine söylemeye başlamıştı. Bu aslında daha Arapkir’de 5-6 yaşlarında ilkokula gittiği zamanlardan beri içinde yaşattığı şeylerin bir yansımasıydı. 1937’de eşiyle birlikte Dersim’de (Tunceli) bir aile toplantısında ilk kez insanların önünde türküler okudu. Sesi, dinleyenler arasındaki bedri bey adında bir aile dostlarının alakasını çekmiş. İlk ikaz eden telkin de bu oldu.

Zehra Bilir, eşiyle sürdürdüğü Anadolu seyahatlerini bitirip İstanbul’a döndüğünde elinde yüzlerce türkü vardı. Oysa onun gönlünde Türk Sanat Müziği söylemek yatmaktaydı.

            “Dersim’den İstanbul’a gelince Bedri bey’in telkininin tesiriyle sesini değerlendirebilmek için meşhur hoca Artaki Candan’dan ders almaya başladı. Bu öyle bir çalışmaydı ki, tam yedi sene sürdü. Artaki hocayla ilk tanıştığında bir şarkı söylemesini istedi. O yıllarda çok meşhur olan Osman Nihat Akın’ın nihavent şarkısını söylemeye başladı.

            Artaki Candan okuyuşunu beğenmedi ve ‘çok çalışman lazım kızım, bu iş kolay değil.’ dedi. Bu cevaba çok üzüldü. O sırada yanında bulunan eşi Selahattin Bey Zehra’ya bir de öğrendiğin türkülerden birini okumasını söyledi. Aldı eline bağlamasını, başladı türkü söylemeye. Artaki Candan o zaman çok beğendi. Artaki Candan, hocalığı ve bestekârlığının yanında, o günlerin en ünlü plak firması Vahram Geseryan’ın ‘Sahibinin Sesi’ adlı plak şirketinin de müdürlerindendir. Hoca-öğrenci ilişkisi hızla devam ederken, takvimler 1939 yılını gösterdiğinde, Zehra bilir’e plak doldurma teklifi gelir.

“Artaki Candan, Zehra’yı iyice bir dinledikten sonra bir plak çıkarmayı önerdi. İlk olarak ‘öyledir yar öyledir’ adlı halk türküsünü seslendirdi. Bu ilk denemesi pek de ilgi görmedi. Fakat Artaki Candan uzağı görebilen, iyi bir iş adamıydı aynı zamanda. Asla ümitsizliğe kapılmadı. Özellikle uzun uzun Zehra’yla çalıştı ve dersler aldırttı. Kısa sürede nota ve solfej öğrendi.

O günlerin İstanbul sahnelerinde ve radyoda öylesine çok Türk sanat müziği okuyan kadın solist vardır ki, Zehra Bilir’in onların arasından sivrilmesi zordur, ama halk türküleri henüz sahnelerde bir kadın solist tarafından hiç okunmadığı için imkânsız da değildir. Üstelik, Zehra bilir, bu konudaki eğitiminde emin adımlarla ilerlemektedir. Artaki Candan’dan aldığı eğitimle yetinmeyerek, özel izinle bir süre konservatuarın nota ve solfej derslerine katılır. Zehra Bilir için sahneye çıkmak tek hedeftir artık.

Bilir, ikinci plağını 1941’de doldurur. ‘al almayı daldan al’ adlı bu plak büyük beğeni kazanır. İkinci plağının çok tutması iyice şevke getirmişti. Halkın karşısına çıkmadan evvel kendini bir imtihandan geçirmek istedi. Adı sanı belli olmayan bir amatör vaziyetinde, Eminönü Halkevi’nde türküler okudu. 1.İnönü Zaferi’nin 22. yıl dönümünü kutlamak için yapılan bu merasimde, salonu hıncahınç dolduranların içten geldiği belli olan sürekli alkışları o gece ömrünün en mesut ve o nispette de heyecanlı anlarını yaşattı. Halk yeni bir sima, yeni bir ses, yeni bir hava bulmuş olmanın sevinç ve heyecanı içinde, o kadar samimi bir alaka ve sevgi göstermişti ki, heyecandan sesi kısılmış, adeta kendinden geçmişti.

1942 yılında Eminönü Halkevi’nde yapılan kutlamada davetliler arasında o günlerin İstanbul Radyosu Müdürü Kemal Altınkaya da bulunmaktadır. Kemal Altınkaya, Zehra bilir’e büyük ilgi gösterir ve onun bir yıl sonra, 1943’te, İstanbul radyosu kadrosuna girmesini sağlar. O günlerde Beyoğlu Postanesi’nin üst katından yayın yapan İstanbul Radyosu’na kabul edilmesi, Zehra bilir için daha geniş kitlelere ulaşmak adına önemli bir adım olacaktır.

            İlk provalar çok iyi geçmişti. Zehra Bilir’i şahsen dinledikten sonra hemen anlaşma yapan müdür de provalarda hazır bulunuyordu. Aynı günlerde Maksim Gazinosu’nda kemani Sadi Işılay’ın jübilesi yapılacaktı. Bütün salon ağzına kadar doluydu. Maksim de ilk kez sahneye çıktı ve bir kaç türkü seslendirdi. Halk adeta bu tarz şarkıların özlemini duyuyordu. Artık profesyonel bir şarkıcı olmuştu. Radyoda seslendirdikleri büyük övgülere layık oluyordu. Hayranlarından yüzlerce mektup geliyordu. O dönemdeki gazeteler ve dergiler bahseder oldu. Sürekli olarak resimleriyle makaleler yayımlanıyordu.

1942 yılında, Ergün adını verdiği bir erkek çocuk dünyaya getiren Zehra Bilir, kısa süre sonra eşi Selahattin Bilir’den ayrılacak ve yoluna yalnız devam edecekti. Radyo çalışmaları ve özel gecelerde sahneye çıkması meyvesini verecek ve uzun zamandır beklenen gazino sahnelerinin kapıları Zehra Bilir’e de açılacaktı. O yıllarda, meşhur Şükrü Tunar, ‘Küçük Çiftlik Parkı’ gazinosunu işletiyordu. Kendisiyle çalışmasını önerdi. Çabucak, bütün yaz için antlaşma yaptı. Ve sonunda, 1944 yılının 2 Haziran cuma günü, Küçük Çiftlik Parkı Gazinosu’nda, seyircinin karşısına profesyonel bir şarkıcı olarak çıktı. Elbisesini kendisi seçmiş ve kendisi dikmişti; izleyiciler tarafından da beğeniyle karşılanmıştı. Günler öncesinden alınan rezervasyonlar ve Çiftlik Parkı’nda iğne atsan yere düşmemesi sayesinde Şükrü Tunar’ın yüzü gülmeye başlamıştı. Aynı yılın kış mevsiminde, Şükrü Tunar, Tepebaşı’nda, İngiltere sefaretinin arkasında bulunan Novotni Gazinosu’nda sahneye çıkması üzerine tekrar mukavele imzaladı.

Zehra bilir, gazino çalışmaları, radyo konserleri derken, sevenlerine 78 devirli plaklarla ulaşmayı da ihmal etmedi. Sahibinin Sesi plak Şirketi’yle uzun süreli bir anlaşma yaparak türkülerini kayda aldırdı. Zehra Bilir’in, Sahibinin Sesi plak Şirketi’yle 1939’da başlayan ortak çalışmaları 1955 yılında sona erdi. Bilir, şirket adına 31 adet 78 devirli plak doldurdu.

            Bilir, 1951 yılında Zonguldaklı madenci bir ailenin oğlu olan Necmi Ergener ile evlenir ve 1952 yılında faal sahne yaşamından uzaklaşır; özel geceler dışında ortalarda fazla görünmez. Uzun bir aradan sonra, 1959’da, Hakkı Derman’ın jübilesinde açık hava tiyatrosunda sahneye çıkar. 1969’da, Maksim Gazinosu’nda Nesrin Sipahi, Fatma Girik, Necmi Rıza Ahıskan ile tekrar sahnelere döner. Hemen ardından Zeki Müren ile Ankara Köşk Gazinosu’nda sahne alır. 1971’de Safiye Ayla ve Cevdet Çağla ile birlikte Amerika’da konserler verir. 1974 yılında ise Lunapark Gazinosu’nda Hamiyet Yüceses ve Perihan Altındağ Sözeri ile son gazino çalışmasını yapar ve bir daha dönmemek üzere sahnelerden uzaklaşır.

            1970’li yıllarda televizyonun yaygınlaşmasıyla beyaz camda görünmeye başlayan Zehra Bilir, dönemin TV dergilerinden birinde tüm sahne tekliflerini reddetmesine rağmen televizyonu tercih etmesini “televizyonun birçok isteği bir kerede yerine getirebilmesinden dolayı kabul ediyorum” diyerek açıklıyordu. Bilir, ünlü gazeteci Hikmet Feridun Es ile birlikte katıldığı bir televizyon programında Es’in kendisine ‘türkü ana’ diye hitap etmesiyle bu isimle anılmaya başladı. Zehra Bilir, 1970’lerde İran’da Şah’ın huzuruna çıkan sanatçı grubunun arasında yer aldı. Ayrıca Suudi Arabistan Kralının davetiyle kutsal yerlere umre ziyaretinde bulundu.

Zehra bilir, 1960’lı ve 1970’li yıllarda sahnelerden uzak olmasına rağmen sosyal yanı oldukça renkli bir hayat sürmüştü. Arkadaşlarıyla gezilere çıkmak, onlara evinde görkemli ziyafet sofraları kurmak onun vazgeçilmezlerindendi. Bilir, şans oyunlarına, poker ve bezik’e çok meraklıydı. Uzun yıllar dost meclislerinde bu oyunları zevkle oynamıştı. Yıllar sonra, sanatçının Arapkir’de doğduğu evin bulunduğu caddeye ‘Zehra Bilir Caddesi’ adı verilmişti.

            Zehra Bilir’in gerçek adı ve milliyeti sanat camiası içinde fısıltılarla söylense de, o bunu kamuoyu önünde hiçbir zaman açıklamayacaktı. Belki de, Agos gazetesinde onu anlatan yazıda belirtildiği gibi, onun Eliza Surhantakyan olduğunu bilen az sayıdaki insan, onu kalabalıkların önünde zor durumda bırakmamak için bu gerçeği dillendirmedi. Kim bilir, belki de zihinlerdeki ‘türkü ana’ resminin bozulmasını istemiyorlardı.

Sanatçı, 28 Haziran 2007 günü, kaldığı huzurevinde, 94 yaşında hayata gözlerini yumarken, ardında hem Türk hem de Ermeni toplumu için saygıyla anılacak bir isim bırakmıştı. 4 Temmuz günü Zincirlikuyu Camii’nde öğle vakti kılınan namazının ardından, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilmesi Arapkirli Eliza Surhantakyan hakkındaki gerçeği çok fazla değiştirmeyecekti.


(Buluntu - Derleyen Bilmiyoruz)




Ermeni mallarını kimler aldı?

Ayşe HürTARİH DEFTERİ 02.03.2008
Ayşe Hür
Ermeni mallarını kimler aldı?
Yazdır
Yazıyı Paylaş:
Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?Ayşe Hür - Ermeni mallarını kimler aldı?
Ayşe Hür köşe yazılarını web sitenize ekleyin
“Annesi İsmail Ağa’ya şöyle öğütler: ‘Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.” (Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu, s.95.)
________________________________________________________________________

Osmanlı  İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren Müslüman-Türk unsurlar kendilerine sadece çiftçiliği ve askerliği yakıştırmışlar, gayrı Müslimleri ise 1856’ya kadar ‘cizye’ (baş veya kelle vergisi) ile, 1909’a kadar ‘bedel-i askerî’, 1914’ten sonra ise ‘amele taburları’ gibi uygulamalarla askerlik dışında tutmuşlardı. Gayrı Müslimler de başka yolları kalmadığı için ticaret ve zanaata yönelmişlerdi. 18. yüzyıldan itibaren askeri alanda bir dizi başarısızlık sonucu durumları giderek kötüleşen Müslüman-Türk kesim gözlerini değişen dünya koşullara ayak uydurarak zenginleşen gayri Müslimlerin servetlerine dikti. İttihatçıların ‘Milli İktisat’ adıyla kamufle ettiği servet transferinin ilk uygulaması 1913-1914’te Ege’de yapıldı.
RUM KAÇIRTMASI . Alman General Liman von Sanders’in akıl hocalığında, 4. Kolordu Erkân-ı Harbiye Reisi Cafer Tayyar (Eğilmez), İzmir Valisi Rahmi Bey ve İttihat ve Terakki Fırkası Katib-i Umumisi Mahmut Celal (Bayar) tarafından yürütülen baskı ve yıldırma operasyonu sayesinde, Bayar’a göre 200 bin, Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Kuşçubaşı Eşref’e göre 1,5 milyon Rum nüfus Adalar’a ve Yunanistan’a kaçırtıldı. Sadece İzmir’de ‘terk ettirilen’ malların dökümünü Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey 18 Haziran 1924 günlü Anadolu gazetesiyle yaptığı söyleşisinde şöyle veriyordu: “Rumlardan 10.678 ev, 2.173 dükkân ve mağaza, 79 fabrika, 2 hamam, 1 hastane; Ermeni ve Musevilerden 1.600 ev, 2.821 dükkân ve mağaza, 89 fabrika, 2 hamam, 1 hastane.”  Benzer kaçırtma operasyonları diğer Hıristiyan azınlıklara da uygulandı ama en gaddar muamele Ermenilere yapıldı.
TEHCİR BAŞLIYOR . 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni cemaatinin tüm önde gelenleri evlerinden toplanarak Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarılmışlar, ülke çapındaki tehcir ise resmen 27 Mayıs 1915’te başlamıştı. 1915-1917 arasında imparatorluktaki tüm Ermeni tebaa, ‘devlete ihanet ettikleri’ gerekçesiyle ülkeden zorla sürülürken, resmi tarihçilere göre bile, en az 300 bin Ermeni bu  yolculuk sırasında hayatını kaybetmişti. İttihatçılar, tehcirin hemen ardından Ermenilerden kalacak mal ve mülklerin ne olacağına dair mevzuatı ilan etmişlerdi. 30 Mayıs 1915 tarihli Meclis-i Vükela mazbatası ve 10 Haziran 1915 tarihli talimatnameye göre hükümet, tehcirin uygulandığı bölgelerde iki mülkiye ve bir maliye memurundan oluşacak Emval-i Metruke (Terkedilmiş Mallar) Komisyonları kuracaktı.
İttihatçıların önde gelenlerinden Ahmet Rıza Bey, konu mecliste görüşülürken, bu malların terkedilmiş olduğunu söylemenin yasalara aykırı olduğunu, çünkü Ermenilerin bu malları terk etmediklerini, bırakmaya zorlandıklarını söylemişti ama elbette kulak asan olmamıştı. Talimatnameye göre komisyonlar sevkıyatın ardından terk edilen evleri mühürleyecek ve içlerindeki eşyalarla birlikte kıymet takdirleri yapıldıktan sonra kayıt altına alacaklardı. Geride kalan menkuller içindeki hayvanlar, emlak ve araziden elde edilen tarım ürünleri ve bozulması muhtemel mallar müzayede usulüyle satılacak ve bedelleri sahipleri adına mal sandıklarına teslim edilecekti. Kiliselerde bulunan eşya ve resimlerle kutsal kitaplar tutanakla tespit edilecek ve mahallinde muhafaza edilmeleri sağlanacaktı. Burada sormak gerekiyor: Ermeni tehcirini ‘ihanet’ gerekçesine bağlamak resmi tezin temelini oluşturur. Peki o zaman İttihatçılar neden devlet geleneğine uygun olarak Ermeni mallarını açıkça müsadere etmemişlerdir de işi kılıfına uydurmaya çalışmışlardır? Bu sorunun cevabı kendi içinde saklı aslında. Bu konuyu bir başka yazıya bırakıp devam edelim. Kağıt üzerinde alınan kararlar pek güzeldi, ama acaba uygulama nasıldı?
EMVALİ METRUKE Mİ? Ocak 1916’ya kadar 33 Emval-i Metruke Tasfiye Komisyonu kuruldu. Alacaklı olduğunu iddia edenlerin kendileri ya da vekilleri aracılığıyla iki ay içinde komisyonlara başvurması gerekiyordu. Ülke dışında olanlar için süre dört aydı. Başvuru sahipleri tebligat için komisyonun bulunduğu mahalde bir ikametgah gösterecekti. Alacaklı kimse komisyonun takdir ettiği miktara 15 gün içinde itiraz edebilecekti. İtiraz bidayet hukuk mahkemesine yapılabilecekti ama mahkemenin kararı kesin olup, temyiz yolu kapalıydı.
Resmi tarihçilerin bu pek öğündükleri sistemin nasıl işlediğini merak etmişsinizdir elbette. Ama merak etmeye devam edeceksiniz çünkü, bu defterler ortada yok! O halde başka kaynaklara bakalım. Öncelikle yerine göre 1 saat ile 15 gün süre verilerek Der Zor çöllerine sürülmüş olanların bu prosedürü yerine getirmesinin imkansız olduğunu tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Zaten başka kaynaklardan da biliyoruz ki, Ermenilerin el konan mallarının bir kısmı, yerel Türk, Kürt ve Çerkez önde gelenleri tarafından talan edilmiş, bir kısmı Balkanlar’dan gelen muhacirlere dağıtılmıştı. Bir kısmı ‘Müslüman-Türk’ sermayedar yaratmak için bazen herhangi bir ücret dahi talep edilmeden veya çok düşük bedelle veya düşük taksitlerle Müslüman kişi veya kuruluşlara verilmişti. Bazı binalar ile tarla, bağ ve bahçelerin ürünleri satılarak gelirleri orduya verilmiş, bazı binalar hapishane, okul, hastane ve karakol binası olarak kullanılmıştı. Kalan para da Ermenilerin tehcirinin masrafları ile bazı bölgelerde Ermenileri katleden milislerin masrafları için harcanmıştı! Dolayısıyla, ortada Ermenilere iade edilecek para kalmamıştı...
TALANCILAR YARGILANDI MI? Resmi tarihçilerce, tehcirin Ermenilerin imhası amacına yönelik olmadığını ispatlamak için sıkça tekrarlanan “tehcir sırasında görevlerini kötüye kullandıkları gerekçesiyle 1397 kişi hakkında soruşturma açıldığı ve bunların büyük bir kısmının idam da dahil olmak üzere, çeşitli cezalara çarptırıldığı” meselesi de bu hikayenin bir parçasıdır. Araştırmacılara sunulduğu kadarıyla, Osmanlı Arşivi'nde, özellikle konuyla ilgili en çok belgenin bulunduğu Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi evrakı arasında, tehcir edilen Ermenilere karşı cinayet vb. biçiminde suçlar işleyen devlet görevlileri aleyhine açılmış soruşturmalara ait tek bir belge yoktur. Zaten ne 1.397 rakamını ilk ortaya atan Kamuran Gürün ne de ona referans veren Yusuf Halaçoğlu bu iddialarını doğrulayacak hiçbir belge yayınlamış değillerdir. Buna karşılık Ermenilerin geride bıraktıkları mallara yönelik, yağma, hırsızlık, rüşvet ve zimmet gibi suçlara ilişkin pek çok dava vardır. Ancak bunların açılma nedenleri Ermenilere verilen zararlar değil, Ermeni mallarını ve bunların satışından elde edilecek gelirleri son derece sistemli bir biçimde kullanmak isteyen Hükümetin Ermeni mallarını bireylerin yağmasından korumaktır. Sözü edilen 1.397 kişi Ermenilere değil devlete karşı suç işledikleri için yargılanmıştır.
İTTİHATÇI REFLEKS. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ile teslim bayrağını çekmesinden sonra, İtilaf Devletleri’nin ilk işi bu konu oldu. Hatta 1 Kasım’da bu konuda bir kararname da çıkarttılar ama ülkenin içinde bulunduğu koşullar yüzünden kararı uygulamak mümkün olmadı. Peki, Osmanlı’nın devamı olmadığının altını özenle çizen Milli Mücadele kadroları bu konuda ne yaptı? Şunları yaptı: Müdafaa-i Milliye Vekili (Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak) Bey, Meclis’in 22 Ocak 1921 tarihli gizli oturumunda, ülkede halen çoğu Karadeniz bölgesinde olmak üzere 800 bin kadar Hıristiyan bulunduğunu söyleyerek, gayrı Müslimlerin ekonomik hayattaki yerlerini korumasından duyduğu rahatsızlığı belirtti. Generale göre Hıristiyanlardan askerlik için bedeli nakdi alınması ve bunların imalathanelerde, yol, köprü, tünel gibi bayındırlık işlerinde çalıştırılması gerekmekteydi. Fevzi Bey’in bu önerisi karşısında, Malatya Mebusu Fevzi Efendi ‘yaşa!’ sesleri arasında ‘Efendiler, Ermenilerin denaatı (kötülüğü), ihaneti malumdur’ demiş, Ermeni, Rum ve Yahudilerden 500 Lira bedeli nakdi alınmasını, hem de bunların Erzurum’a, Sivas’a yollanıp yollarda çalıştırılmasını istemişti. Ardından da; ‘Maksadım onların ezilmesidir.’ diye eklemişti. Bu önerilerle, İttihatçıların 1914’te Ermenileri ‘Amele Taburları’na alıp, imha etmeleri arasındaki benzerlik çarpıcıydı.
MİLLİ ŞEHİTLER . 7 Ağustos 1921’de Başkumandanlık Kanunu ile Meclis’e ait tüm yetkileri üzerinde toplayan Mustafa Kemal, düşmana karşı savaşın finanse edilmesi için “Tekalif-i Milliye” emirlerini çıkartmıştı. Kanundaki ‘On Emir’den altı numaralısı “Ülkeyi terk etmiş olanların hazineye geçmiş olan mallarından ordu ihtiyacına yarayacak olanlara el konulacaktır” diyordu. Buraya kadarı gayet anlaşılırdı, ancak 25 Aralık 1921'de İstanbul’daki Divan-ı Örfi Mahkemesi’nde, tehcirde katliamlara emir verdiği için suçlu bulunup idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile 14 Ekim 1922'de ise aynı mahkemede aynı gerekçe ile idam edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in önce ‘milli şehit’ ilan edilmesi, ardından da ailelerine ‘Emval-i Metruke’ faslından maaş bağlanması pek manidardı.
Nitekim Kemalistler, Lozan Barış Görüşmeleri sırasında Osmanlı’nın diğer borçlarını üstlendikleri halde, Ermeni mallarının iadesine yanaşmadılar. Lozan’da Türkiye’nin üstlendiği borçlar arasında Birinci Dünya Savaşı sırasında, Tekalif-i Harbiye Kanunu uyarınca, bedeli savaştan sonra ödenmek üzere el konulmuş gayrı Müslim malları da vardı ancak anlaşma imzalanır imzalanmaz, Türkiye bu borcundan nasıl kurtulacağına kafa yormaya başladı.
İŞİ KILIFINA UYDURMAK . Önce Eylül 1923’de Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı. 3 Nisan 1924’te Mahsub-i Umumi Kanunu’nun 2. maddesinde değişiklik yapılarak, Birinci Dünya Savaşı için mallarına el konmuş gayri Müslimlere ödeme yapılmaması sağlandı. Ağustos 1926’da, devletin, Lozan’ın yürürlüğe girdiği 19 Ağustos 1924’den önce gayrı Müslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi. 2 Şubat 1927’de çıkarılan bir kararname ile daha önce ‘milli şehit’ ilan edilmiş olan Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in eşi ile çocuklarına İstanbul'da Ermenilerden kalan 20 bin lira değerinde gayrı menkul tahsis edildi. Mayıs 1927’de, Lozan’dan sonra ülke dışında olanların Türk vatandaşlığından çıkarılacağına dair kararname ilan edildi. Aralık 1927’de tehcir suçlusu Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey'in geride bıraktığı ailesine Ermenilerden kalan mallar verildi. Tahsisler bununla kalmadı, tehcirde en kanlı eylemlere imzasını atmış kişilerden Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir, Diyarbakır Valisi Dr. Reşid ve Tiflis’te Cemal Paşa’yla suikasta uğrayan yaveri Nusret Bey'in ailelerine Ermeni malları verildi. Ama daha vahimi  evlerinden birinin üzerine Cumhuriyet’in sembol binalarından biri olan Çankaya Köşkü el konmuş bir Ermeni arsasına inşa edildi! Anlayana bunlar çok şey söylüyor…
ÇANKAYA KÖŞKÜ BİLE . Burada bir parantez açıp şu satırlara göz atalım: “Çankaya Köşkü’nü Kasapyan ailesi hiçbir kimseye satmamıştır. Devrin hükümeti yalnız o köşkü değil, bütün mallarını ve mülklerini ellerinden alıp Ağustos 1915 yılında tüm aileyi sürgüne sevk etmişlerdir. Benim babam (Ankara doğumlu 1887-1930) o tarihlerde ecnebi bir şirketin sahibi olduğu demiryolunda çalışması vesilesiyle tüm aileyi Ankara’dan (Konya yoluyla) İstanbul’a kaçırmıştır. Ayrıca Kasapyan ailesinin sahip oldukları mülkler arasında Keçiören’deki bağ evi vardı ve bu bağa da Vehbi Koç ailesi sahip olmuştur. 15 veya daha fazla sene evvel, İstanbul gazetelerinden birinde bu bağ evinin resmi çıkmıştı -bu evi Vehbi Bey müzeye çevirmişti- ve annem rahmetli Vehbi Bey’e bir mektup yazmıştı. Vehbi Bey de anneme o bağ evinin renkli bir fotoğrafını yollamıştı….Ayrıca Ankara’da dedemin ailesi ve kardeşleri kendi paralarıyla bir (Ermeni Katolik) kilise inşa etmişlerdi ki, bu kilise de yakılmış…”
Bu satırlar, bugün müze olarak kullanılan Çankaya Köşkü’nün üzerine inşa edildiği mülkün sahibi Kasapyan ailesinden Edward J. Çuhacı’ya ait. Hatırlanacağı gibi, Hürriyet ‘tarih’ yazarı Soner Yalçın, ‘Çankaya Köşkü’nün ilk sahibi Ermeniydi” başlıklı sansasyonel haberinde (25 Mart 2007) tarihi çarpıtarak köşkün Zengin kuyumcu ev sahibi, savaş sırasında kenti terk ederken, bağevini de eşyalarıyla birlikte Ankara’nın tanınmış ailelerinden Bulgurluzadeler’e satmıştı” demiş, haberi düzeltmek için kendisine yukarıdaki mektubu gönderen Edward J. Çuhacı’nın mektubunu ise yayınlamamıştı. Elbette daha garip olan, Çankaya Köşkü’nde oturan devlet ricalinden hiç ses çıkmamasıdır. Bu küçük parantezden sonra konumuza devam edelim.
MİKTAR DEVLET SIRRI . Ermenilerden geriye ne kadar gayrı menkul kaldığını bilmiyoruz, çünkü o döneme ait tapu kayıtları araştırmacılara açık değil. Hatırlanacağı gibi 2005 yılında, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, kendi arşivinde bulunan Osmanlı dönemine ait tapu kayıt belgelerini TARBİS (Tapu Arşiv Otomasyonu) adlı proje kapsamında Türkçeleştirerek, bilgisayar ortamına aktarmak ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'ne devretmek istediğinde Milli Güvenlik Kurulu Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanlığı Tuğgeneral Tayyar Elmas imzalı bir yazıyla böyle bir girişimin ülke menfaatleri açısından sakıncalı olduğunu belirterek girişime engel olmuştu. (‘Arşivlerimiz açıktır’ diye böbürlenenlere ithaf olunur!
Madem kendi ülkemizdeki kaynaklardan bilgi edinemiyoruz, o halde zorunlu olarak yabancıların söylediklerine bakmak durumundayız. Bu kaynaklardan biri Britanya Dışişleri Arşivi. Buradaki bir belgeye göre 1918’de sabık Britanya Başbakanı Sir James Baldwin ve yardımcısı Herbert Asquith, yeni Başbakan Ramsey McDonald’a Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilere niye maddi yardım yapılması gerektiğini anlatan raporlarında şöyle diyorlar: “Toplam beş milyon Türk pound’u (yaklaşık 33 ton altına eşdeğer) Türk Hükümeti tarafından 1916’da Berlin’deki Reichs Bank’a yatırılmıştır. Bunun büyük bir miktarı Ermenilerin parasıdır.” Deutche Bank’a yatırıldığı rivayet olunan Ermeni altınlarının miktarı ise bilinmemektedir.
100 MİLYAR DOLAR İDDİASI . Ermeni Ulusal Konseyi adlı bir Ermeni örgütünün 1919’da Paris’te hazırladığı rapora göre 1915-1917 Tehciri’nde el konulan mallarının yaklaşık değeri 19 milyar Fransız Frankı’na ulaşmaktadır. (1914’ten 1915 sonuna kadar 1 Osmanlı Lirası, 22,8 Fransız Frankı’dır. 1916’dan sonra büyük miktarlarda Osmanlı banknotu basıldığı için kur değeri hızla düşmüştür.) Aynı örgütün iddiasına göre, Ermenilerin Osmanlı bankalarındaki paralarına el konduğu gibi, Avrupa bankalarındaki paralarına da el konulmuştur. 1925’te ABD Senatosu’nda yapılan görüşmelerde, Ermeni mallarının bedelinin yaklaşık 40 milyon Dolar olduğu tahmini yapılır. Günümüzde bazı Ermeni araştırmacılar tehcirden sonra el konan Ermeni servetinin 14,5 milyar Frank’a (bugünün parası 100 milyar Dolar) tekabül ettiğini ileri sürüyorlar.
Talat Paşa, işi Ermenilerin Amerikan sigorta şirketlerindeki paralarını istemeye kadar götürmüştür çünkü Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau anılarında Talat’ın “Keşke Amerikan hayat sigortası şirketlerine başvursaydınız da Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini bize göndermelerini sağlasaydınız. Nasıl olsa hepsi öldü şimdi, parayı alacak mirasçıları da yok. Tabii ki bunun tümü devlete kalır. Hükümet şimdi yasal olarak mirasçı durumundadır yapar mıydınız bunu?” dediğini anlatır.
LOZAN’I KİM DİNLER? 1914 kayıtlarına göre, Osmanlı ülkesinde Ermeni cemaatine ait 2.538 kilise, 451 manastır ve 2 bin okul vardı. Tehcirden sonra Ermeni köy ve şehirlerine yerleştirilen Müslüman ahalinin ilk işi, merkezi ve güzel kiliseleri camiye çevirmek oldu. Gerisi ambar, depo ve tavla olarak kullanıldı.
Lozan Görüşmeleri’nde Türkiye’yi temsil eden Meclis’in ırkçı-Türkçü kanadından Dr. Rıza Nur, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’e yolladığı 25 Mayıs 1921 tarihli mektupta, “Ani şehrine ait izlerin yeryüzünden temizlenmesi başarılırsa bunun Türkiye’ye büyük bir hizmet olacağını” söylüyordu. Sözü edilen, Ortaçağda Ermeni Krallığı’nın başkentiydi. Karabekir anılarında, Rıza Nur’un teklifini reddettiğini, çünkü Ani kalıntılarının İstanbul surları gibi geniş bir alanı kapladığını ve böyle bir işi başarmanın çok zor olduğunu, dahası böyle bir girişimin geride kalan Ermenileri rahatsız edeceğini yazmıştı. Ama sonraki dönemlerde Rıza Nur zihniyeti galip geldi ve Ani yıkılmaya terk edildi.
1924 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 42. Maddesi ‘Türk hükümetinin kiliselerin, sinagogların, mezarlıkların ve diğer dini yapıların tam koruma altına alınmasını garanti eder’ dediği halde, 1974 tarihli UNESCO Raporu’na göre geriye sadece 913 kilise ve manastır kalmıştı. O tarihten sonra bunların 464’ü tamamen yıkıldı. 252’si yıkılmaya terk edildi, 197’si ise ciddi restorasyon gerektiriyor. Ancak Van’daki Ahtamar Adası’ndaki Surp Haç Kilisesi’nin restorasyonu sırasında yaşananlar belleklerde tazeliğini koruyor.
EDEBİYATÇILARIN GÖZÜYLE . Tarih her zaman belgelerde değildir. Bazen bir romanda, bazen bir şiirde, bazen bir resimde de ‘tarihsel gerçekliğe’ dair izlerle karşılaşırız. Hatta bazen bu satırlar, hiçbir tarih belgesinin yapamayacağı kadar etkilidir, düşündürücüdür. İşte onlardan birkaç örnek: “Kasabaya geldiğinde yalınayaktın. Ve Ermeniler kaçtığında en güzel Ermeni evine sen kondun. Artin Külekyanın evini, Kendirlinin konağını sen ilkokul yaptın. Tanıdıklarına, konar göçer Türkmen Ağalarına, ileri gelenlerine teker teker Ermeni evlerini sen dağıttın. Çadırdan çıkıp Ermeni konaklarına geçtiler… Hayk Topuzyanın toprağını kan eder çiftliğinin tapusunu nasıl çıkardın muallim Bey, nasıl? (.) Altı bin dönümlük Vartan Beğyanın tarlasını hemen onun üstüne bir gün içinde yapıverdin, niçin?(.) Yarısına Kürtlerin yerleştirildiği, geri kalanı harab olmuş Ermeni örenlerinin dolacağını senden başka kim, kim, kim akıl edebilirdi?” (Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti, s.353-354)
Orhan Kemal Kanlı Topraklar adlı romanında CHP’li Nedim Ağa’nın servetini nasıl yaptığını şöyle anlatır okuyucusuna: “ Nedim Ağa için bundan başka yapacak şey yoktu parti ileri gelenlerine karşı. Çünkü bu şimdi ceviz masasında il idare başkanıyla konuştuğu fabrikayı yıllar önce Emvali Metruke’den, gene bu parti mebusu, hatırlı birinin yardımıyla ucuzca satın almış, yıllar yılı da geliştirip büyütmüştü. Particilerin elinde bir çeşit Demokles’in kılıcıydı bu fabrika. Kafaları kızdı mı elinden alıverecekler gibi geliyor, geceleri uykuları kaçıyordu…” Aynı romanda fabrika kâtibi ile kantarcı, Nedim Ağa’yı konuşmaktadırlar: “Nedim Ağa’nın cemaziyülevvelini bilir  misin? (…)Ermeni tehcirinde kumaş mağazasına mı konmuş? Adam mı boğazlamış kendi gibilerle bir olup? -İkisi de var. (…) Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl Çukurova’ya yüzlerce inenlerden (…) O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar ticareti ellerine almış, Osmanlıyı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den. Aman Nedim demiş, ben seni severim mert adamsın (…) Sen mallarımın başına geç. Benim yerime işleri idare et. Kazan. Ye, iç, helal olsun. Bana da ne gönderirsen artık…” (Orhan Kemal Kanlı Topraklar,1972, s.102-103) Yazardan Nedim’in adama hiçbir şey göndermediğini öğreniriz daha sonra. Bir de Nedim Bey’in oturduğu evin de Ermenilerden kalma bir taş konak olduğunu.
“Honaz’ın o zamanki ağalarından bazıları; bazı zaptiyeler, bazı südübozuklar Rumların evlerini paluçka etti… Yağma,  soygun! ‘çarpıcı’ denen biri evlerdeki dikiş makinalarını paluçka etmiş. ‘parpıcı’ evlerdeki kap kacağı paluçka etmiş. Kimi Yorgan yastık, kazan kaynatma toplamış. Evlerde ne varsa, kiremidine, kapısına, penceresine kadar paluçka edildi. Kimileri bu paluçkayla zengin oldu” (Yalçın Kemal, Emanet Çeyiz , Mübadele İnsanları,  Belge Yayınları, 1998, s. 13)
KİMSENİN SEVMEDİĞİ ADAM . Tarihçi Refik Ahmet Altınay, İki Komite İki Kıt’al (Kebikeç Yayınları, 1994) adlı eserinde savaş sırasında İstanbul’dan Eskişehir’e kaçan devlet ricalinin sürgüne gönderdikleri Ermeni vatandaşlarının mallarını nasıl paylaştığını şöyle anlatır:“(C)esim bir Ermeni konağı Şehzadegana, Sarısu köprüsü cıvarında kanarya sarısı rengindeki yan yana iki Ermeni evi Talat Bey’le yar-ı garı Canbulat bey’e, içeride Ermeni mahallesinde muhteşem bir ermeni köşkü Topal İsmail Hakkı’ya, İstasyona yakın, oturmaya salih bütün evler İttihad’ın en mühim ricaline tahsis olunmuş.” (s.10)
“Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. Kıymetdar halıları ve eşyaları kamilen evlerinde idi. Fakat hükümet bunları muhafazadan acizdi. Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza olunuyordu. Halbuki geceleyin halılar ve davarlar, kıymetdar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı hal İzmit’in Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli edilmemek için evler ateşe de verilmişti.” (s. 34-35)
“[Ege’deki] Ermeni zenginlerinin evleri satın alınmış, takrir verilir verilmez paralar zorla zulüm ile istirdat olunmuştu… Bu fecaatleri duyup da müteessir olmamak kabil değildi… Bu hareket, beşeriyet namına bir cinayetti. Hiçbir hükümet, hiçbir devirde, Bu derece gaddarane bir cinayet ika etmemişti.” (s.45) Ahmet Refik Altınay’ın İttihatçılar tarafından zaten hiç sevilmediğini, bu açıklamalarından dolayı da Cumhuriyet döneminde sürekli baskı göndüğünü, çalışmalarının yasaklandığını, üniversitedeki kürsüsünü kaybettiğini, yoksulluğa mahkum edildiğini, sefalet içinde kimsesiz öldüğünü hatırlatalım.
SONSÖZ YERİNE . 1923 Nüfus Mübadelesi, 1942 Varlık Vergisi, 6/7 Eylül 1955 talanı, 1963’ten sonra  40 bin Rum’un Türkiye’den zorla çıkarılması İttihatçıların başlattığı ‘sermayenin Türkleştirmesi’ politikalarının devamı niteliğindeydi. 1974’te Vakıf mallarına el konması bu operasyonun son hamlesi idi. Bu son gaspta el konan servet diğerlerinin yanında ‘devede kulak’ sayılır ama onları bile iade etmemek için ne kadar ayak süründüğü görünce Vakıflar Kanunu’ndaki tüm eksiklere rağmen AK Parti’yi takdir etmemek mümkün değil. Gerçi Başbakan Erdoğan Türklerin karakterinde soykırım yoktur” ve “Ermenilerin tek derdi var, Türkiye’den tazminat koparmak” diyerek tarihle yüzleşme konusunda resmi söyleme teslim olduğunu düşündürdü ama biz yine de umudumuzu yitirmeyelim.
Daha fazla bilgi için: Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolmuştur, Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar, İletişim Yayınları, İstanbul 2008.

Sözlü tarihte 1915 gerçeği

Sözlü tarihte 1915 gerçeği


Ayşe Hür

(Tarih Defteri / 25.04.2010 /Taraf Gazetesi)


“Bazen Muş aklıma geliyor... Vatanımızdaki evimizi, yakınlarımızı, yüksek kavak ağaçlarıyla çevrili büyük avlumuzu, avlunun kavaklarının üstüne her ilkbaharda gelip yuva kuran leylekleri hatırladığımda delireceğimi düşünüyorum... Avludaki su kuyusunu, samanlığı, tandır evini, avlunun devamını oluşturan serin ormanı ve yaylaları... Ormandaki fındık ağacını, cevizleri, pekmezli yabani petek balını, süzme yoğurdu. Yeniyıl sofralarının süsü olan iğdeyi, kuruyemiş ve kuru üzümü, anamın adil eliyle yoğrulmuş ve pişirilmiş sütlü hamursuz ekmeği hatırlıyorum. Paskalya’da ya da benim doğum günümde annemin hamursuz ekmeğin içine sakladığı şans düğmesini... Teker teker, isimleriyle gömülmemiş ölülerimizi, mezarsız kalmış yakınlarımızı, kaybolan ağabeylerimi, onların eşlerini ve çocuklarını acıdan ağlayarak hatırlıyorum. Hayvanlaşan askerlerden kaçan ve kendilerini Murat Irmağı’nın soğuk sularına atan masum kız kardeşlerimden, genç gelinlerden hangi birini hatırlayayım, hangisi için yas tutayım...”

Geçmiş, belleklerde saklı
Bu hüzünlü ifadeler, 1893’te Muş’un Bulanık İlçesi’ne bağlı Hamzaşeyh Köyü’nde doğmuş, ancak 1915’teki Ermeni Tehciri sırasında, evinden, yurdundan sürülmüş Tonayan Abraham Tonakan’a ait. Bilindiği gibi geçmiş, sadece resmî yazışmalarda, raporlarda, bilimsel metinlerde saklı değil. Asıl, olayları yaşayanların belleklerinde kayıtlı. Yeter ki onlara kulak verin. Ailesi 1915’te Sivas’tan tehcir edilmiş etnolog Vergine Svazlian, Abraham Tonakan gibi 120 kadar kişiyle sözlü tarih çalışması yapmış. Muhtemelen çoğu artık yaşamıyor. Ölmeden önce tarihe not düşmüşler. Kimi uzun, kimi kısa konuşmuş. Kimi sakin, kimi öfkeli konuşmuş. Kimi hatırladığını söylemiş, kimi besbelli başka kaynaklarla belleğini tazelemiş. Ama hepsi birbiriyle tutarlı ve tarihsel gerçeklikle çelişmeyen anlatılar. Nesnellikten uzak parçaları bile, Ermeni toplumunun kolektif belleğini oluşturan unsurları anlamamız açısından çok önemli. İstanbul’daki Ermeni toplumunun önde gelen 250 kadar üyesinin evlerinden toplanıp, Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüğü gün olan 24 Nisan 1915’in 95. yıldönümünde, bu tanıklıklardan bazı ifadeleri (en yansız, en az kanlı olanları) sizlerle paylaşmak istedim. Gerisini merak edenler http://www.ermeni.org/turkce adresine bakabilirler.

Her yerde sevinç çığlıkları 
1886 doğumlu Yeğyazar Karapetyan’la başlayalım: “ Jön Türklerin ve Taşnak Partisi’nin imzaladığı kardeşlik paktına göre Ermeni Kurtuluş Mücadelesi’ne son verilecekti ve Türkiye’de yaşayan bütün milletler güçlerini birleştirip vatanseverlik ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu’nu, onun kabul ettiği Anayasa’yı ve onun ilerici kanunlar koyan yeni hükümetini sadık bir şekilde koruyacaklardı. Özel bir genelgeyle fedailer Muş’a davet edildiler. Ruben öncülüğündeki gerilla grubu silahsız olarak ortaya çıktı. Her yerde sevinç çığlıkları duyuluyordu. Hürriyet yasasıyla Ermenilere karşı onur kırıcı davranışlarda bulunmaya, dayağa, küfürlere, yağmaya, hırsızlığa ve küçümsemeye son veriliyordu. Benzer davranışlarda bulunanlar en sert cezalara, hatta ölüm cezasına çarptırılıyorlardı. Her iki halka da tam güvence veriliyordu: Ermenilere serbestçe oy verme, kendi temsilcilerini seçme ve önerme hakkı veriliyordu. Bu Batı Ermenilerinin yaşamında bir yeniden doğuş idi.”

Peki, bu mutluluk rüyası ne zamana kadar sürmüştü? Cevabı, 31 Mart Vak’ası (1909) ile eş zamanlı olarak Adana’da patlak veren kanlı olayların tanığı 1904 doğumlu Mikayel Keşişyan’dan alalım: “Adana katliamı sırasında ben beş yaşındaydım. O dehşetli geceye Türkçe ‘Camuz dellendi’ adı verildi; zira gerçekten de Sultan çıldırmıştı. Onun emriyle insanları boğazladılar. 30.000’e yakın Ermeniyi katlettiler. Evleri yakıp yıktılar, küle çevirdiler. Herkesi toplayıp Adana Irmağı’na götürdüler. Sultan Hamit’e haber gönderdiler, ‘bütün Ermenileri toplayıp ırmak kenarına getirdik, emir bekliyoruz’ diye. Bir tarafta su, öbür tarafta ateş. Babam beni kucaklamıştı. Olanları omzunun üzerinden seyrettiğimi hatırlıyorum. Annem de bizimleydi, bizi ırmağın kenarına doldurmuşlardı. Sultan’dan emir geldi: Af emri. Bizi de ‘Padişahım çok yaşa!’ diye bağırttılar.”

İlişkilerin kopması
Hükümet, tarihe Adana İğtişaşı (Karışıklıkları) olarak geçen olayların sorumlularını bulup en ağır cezalara çarptırmıştı ama Ermeni toplumu İttihatçılara güvenini kaybetmeye başlamıştı. 1912 seçimlerinde İTC Ermenilere verdiği 19 mebusluk sözünü tutmadı. İTC’nin 1913’teki kongresinde ise Türkçülük ideolojisinin belirginleşmesi ile gerilim iyice arttı. Balkan Savaşları sırasında, asker kaçakları arasındaki Ermenilerin sayısı artmaya başladı, hatta bazı Rus Ermenileri Bulgar cephesinde Osmanlı ordusuna karşı savaştılar. Şubat 1914’te Büyük devletlerin baskısıyla Padişah ‘Ermeni Reformu’ tasarısını imzalamak zorunda kaldı. Aynı yılın yazında, İTC adına Bahaddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan bir heyet Gürcü ve Azeri temsilcilerle birlikte, Taşnak Partisi’nin Erzurum’da yapılan VIII. Kongresi’ne geldiler ve Ruslara karşı destek istediler. Uluslararası ortamı lehlerine gören Taşnak liderleri ayak sürüyünce fatura devletin tüm Ermeni tebaasına kesildi. Ekim 1914’ten itibaren oluşturulan Amele Taburları tehcirin ne kadar kanlı geçeceğine dair ilk ipuçlarıydı.

Değirmendeki insan kafaları
1907 doğumlu Yozgatlı Veronika Berberyan o günleri şöyle anlatıyor: “Cumartesi günü, akşama doğru bütün erkekleri Türk ordusuna göndermek üzere toplamışlar; fakat orada Ermenileri Türklerden ayırmışlar. Dedem, Papaz Hakob Berberyan Ermenilerin silahaltına alınan Türklerden ayrıldığını görünce demiş ki: ‘Niçin Ermenileri ayırıyorsunuz?’ Türk binbaşı şöyle cevap vermiş: ‘Papaz Efendi, Ermeniler yol yapmaya gidecek, Türkler ise Rus cephesine.’ Ertesi gün pazardı. Dedem Kutsal Ayin’i bitirmiş ve daha yeni eve gelmişti. Nefes dahi alamadan kötü haber bize ulaştı. Artin Ağa’nın oğlu değirmenciydi; sabah kalkıp çalışmaya gitmiş, değirmenin yanında bir sürü insan kafatası, ayaklar, eller görmüş. Dili korkudan tutulmuş bir halde, nefes nefese koşarak eve dönmüş ve gördüğünü anlatmış. Artin Ağa oğluyla birlikte gelip dedeme dedi ki: ‘Dün akşam askere götürülenleri gece vakti boğazlamışlar.’ Dedem şöyle cevap verdi: ‘Gidin, Kaymakam’a şikâyet edin.’ Artin Ağa Kaymakam’a şikâyet etmeye gitmiş; ama o gece artık eve gelmemiş.”

İlk sürgünler, 26 Şubat 1915 tarihli bir telgrafla başlamıştı ancak bunlar askerî amaçlı olup İngilizlerin çıkartma yapmasından korkulan Çukurova bölgesindeki (Erzin ve Dörtyol’daki) Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesini kapsıyordu. Bunu seferberlik emrine uymayı reddeden bir grup Ermeni gencin direnişe geçtiği (hikâyesini iki hafta önce anlattığım) Zeytun’dan yapılan sürgünler izledi.

Antranik’in gönüllüleri
Resmî tarihin tehcirin gerekçesi olarak gösterdiği meşhur Van ayaklanmasının arifesinde Ermeni komitacılar, Van-Çatak ve Başkale arasındaki telgraf tellerini kesmişler, ardından Türklere ve Kürtlere (Hamidiyelere) büyük kayıplar verdirmişlerdi. 10 gün sonra, Van’ın genç ve sert Valisi Cevdet Paşa isyancılara barış çağrısı yaptı. Çağrıya uyarak yola çıkan on kişilik heyet, Cevdet Paşa’nın kuvvetleri tarafından yakalanıp öldürüldü.

Gerisini 1905’te Van’ın Kem Köyü’nde doğmuş olan Sirak Mesrop Manaysan’dan dinleyelim: “4 mart günü İşkhan’ı (Ermeni toplum lideri) Hirç Köyü’nde öldürdükleri haberi ulaştı. Bununla da yetinmeyerek onun iki çocuğunu da diri diri kuyuya atmışlar. Biz, bunu duyunca, vatandaşlarla birlikte çok korktuk; Türklerin saldırısına hazırlanmaya başladık. 5 Mart 1915 günü güçlü bir topçu ateşi duyduk. Halk meydanda toplandı ve gitti kiliseye doldu. Türkler zaten önceden seferberlik ilan edip, bütün gençleri götürmüşlerdi. Her gün, Türkler Ermenileri tutup gözlerimizin önünde asıyor ya da boğazlıyorlardı. (...) Bir iki ay orada kaldıktan sonra kaçarak Van’a yaklaşmaya başladık. Van’a yaklaşıp Kağakameç’e gireceğimiz sırada, Türkler bizi durdurup erkek aramaya başladılar. Dürbünle seyreden Van kahramanları başladı ateş etmeye. Türklerden bazıları yere yığıldı, bazıları da kaçtı ve biz kurtulduk. Van’a girdik. (...) Türkler Rus Ordusu’nun Salmast’tan Van’a doğru geldiğini duyarak panik içinde uzaklaşmaya başladılar. Bizimkiler saldırarak, sadece Türkleri imha etmekle kalmayıp, top, mermi, vs. gibi büyük bir ganimet de ele geçirdiler. 6 mayıs <1915> günü Van Kalesi üzerinde Ermenistan bayrağı dalgalandı. Vaspurakanlılar <‘soylu toprakların halkı’> Rus birliklerini ve Antranik Paşa komutasındaki Ermeni gönüllülerini büyük sevgi gösterileriyle karşıladılar.”

Tahsin Bey’in itirafı
Rusların desteği ile Van’ı ele geçiren Ermeni çetecilerin Van ve Bitlis bölgesindeki Müslüman köylere saldırdığı ve katliamlar yaptığı doğruydu ancak, İttihatçılar kararlarını çok önceden almışlardı. 24 nisanda İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden 250 kişilik bir grup Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarılırken, 9 mayısta Van ve Bitlis vilayetlerine çekilen bir şifreli telgraf ile Van civarındaki Ermenilerin tehcir edilmeleri emredildi. 24 mayısta Van’dan tehcir yapılmasına karşı çıkan Erzurum Valisi Tahsin Bey “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül mevkie soktuk” diyecekti ama İttihatçı paşalar kararlıydılar. 27 Mayıs 1915’te ülkedeki tüm Ermenilerin Suriye’nin Deyr Zor çöllerine doğru tehcirini öngören geçici kararname çıkarıldı.

1893 Muş, Bulanık doğumlu, Tonakan Abraham Tonayan, tehcir haberini nasıl aldıklarını şöyle anlatıyor: “Evimizin yanında iyi bir Türk komşumuz vardı. O, nöbetçi tayin edilmiş Türk askerini bir parça ekmek yemek üzere evine çağırmış, asker bunu reddetmiş. Türk komşumuz ona yiyecek ve şarap götürmüş. Karnı çabucak doyup sarhoş olan asker uykuya dalmış. Türk komşumuz fırsattan yararlanarak, samanlığın ormana bakan arka kapısına yaklaşmış ve bütün Ermenilerin katledilmesi için gizli bir emir olduğunu belirterek annemden köyden uzaklaşmasını rica etmiş.”

“Haydi! Gâvur kesmeye gidelim!”
Ancak, tüm ülkenin can pazarı haline geldiği bir ülkede nereye kaçabilirlerdi ki? 1903 Yozgat doğumlu Arşakuhi Petrosyan kaçınılmaz korkunç yolculuğu şöyle anlatıyor: “Yozgat dağlarında altı gün yürüdük. Su yoktu, ekmek yoktu. Susuzluktan halkın ağzı kuruyordu. Bizi sürekli, koyunlar gibi götürüyorlardı. Bir de baktık ki bir tellal geldi; başladı bağırmaya: ‘Haydi! Gâvur kesmeye gidelim! Balta kürek alalım! Gâvur kesmeye gidelim!’. Orada bir Türk köyü vardı. Türk kadınlar gelip bizim için gözyaşı döktüler; öyle bir ağladılar ki sanki önlerine cenaze konmuştu. O yaralı Ermenileri boğazlamadan evvel onların elbiselerini üzerlerinden çıkardılar ki içlerine dikili altınlar kendilerine kalsın. Tenekeler altınla dolmuştu. Ağlamalar, sızlamalar duyuluyordu. ‘Allah yardım etsin!’, ‘Ey Türk! Allahtan bul’, ‘Alçak Türk!’ Bir de baktık ki yüksek rütbeli zabitler gelip, bizimle tatlılıkla konuşmaya başladılar: ‘Bacılar, anneler, sizden rica ediyoruz; Türk olup olmayacağınıza iyi karar verin. Siz boğazlananları gördünüz. Onlar gibi olmak ister misiniz? Türk olmanız daha iyi değil mi? Yoksa sizi de onlar gibi boğazlayacağız.”

Ölümden kurtulmak için öyle çok kişi Müslüman olacaktı ki, Talat Paşa duruma el koyacak, Ermenilerin inanç nedeniyle değil, sadece memlekette kalmak için din değiştirdikleri söylenerek, din değiştirseler bile sürülmelerini isteyecekti.

Mardavar günü
Bugün resmî tarihçilerin tehcirin devlet planı olduğunu gözardı etmek için suçu Kürtlerin üstüne atmalarına bakın 1886 Sasun doğumlu Yeğyazar Karapetyan ne diyor: “10 haziran gününden itibaren Kürt aşiret reisleri birçok atlıyla beraber sağdan ve soldan Muş’a giriş yapıyor, emirler alıp evlerine geri dönüyorlardı. Kürtleri silahlandırmak için her gece yük arabalarıyla şehir dışına silah ve mermi taşınıyordu. Ermeni katliamını başarıyla tamamlamak için hükümet tarafından özel bir plan yapılmış, köyler taksim edilmiş, saldırı günü ve saati öyle bir incelikle belirlenmişti ki, Muş Ovası’ndaki 105 köyün tamamının imhası, tek bir çocuğun bile canı bağışlanmadan, o gün içinde tamamıyla sonuçlandırılacaktı. (...) 28 nisan günü Vardavar dinî yortusunun pazar günüydü; Ermeni milletinin mutlu bayramı. Fakat ne yazık ki o gün, Muş Ovası’ndaki Ermeniler için mardavar (insan yakma) gününe dönüştü.”

Bir başka Muşlu, 1908 doğumlu Hrant Hovhannes Gasparyan ise madalyonun öteki yüzünü gösteriyor: “Kürt dostumuz geceleri bizi evine götürüyor, bizi yedirip içiriyor, yatacak yer veriyordu. Ermeni olduğumuz anlaşılmasın diye bize Kürt isimleri koydu. Bana Adraman adını verdiler; ablama Gule, anneme Asya, ağabeyime de Haydo adlarını...”

“Çölde yüzüme dövme yaptılar”
1900 doğumlu İzmitli Baruhi Silyan’ın sözleri ise Deyr Zor’a sağ varmayı başaranların acısını hissetmemizi sağlıyor: “12 ay çölde kaldık. Ne ekmek, ne su, ne barınak, ne de başka bir şey vardı. Dokuz kişilik ailemizden sadece ben hayatta kaldım; annemi gözümün önünde öldürdüler; ablamı kaçırdılar; diğer kız kardeşim küçüktü, hastalanıp öldü; ortanca ise kayboldu ve bir daha birbirimizi bulamadık. Gelinimin karnını yırttılar. ‘Gâvurun karnındaki kız mı yoksa oğlan mı?’ dedi askerin biri; bir diğeri ise ‘gâvur erkek doğurmaz, bak da gör’ dedi ve gözümüzün önünde kılıçla gelinimin karnını yırttı. Ben dört başka kızla beraber zar zor ormanlara kaçabildim; orada bir nehir vardı; yüzerek o nehri geçtik. Bir Arap beni evine götürdü ve dedi ki: ‘Kızım, doğrudur, sizin kurallarınızda böyle bir şey yok, ama gel yüzüne dövme yapayım ki seni Ermeni zannetmesinler.’ Ben de ağladım. Ne yatağım var ne de elbisem. Yüzüme dövme yaptılar; kalın örgülerimi kestiler. Orada ev işlerini yapıyordum...”

Cemal Paşa demiş ki...
1904 doğumlu Fındıcaklı Harutyun Alboyacıyan sağ kurtulan Ermeni çocuklarının kaderine ışık tutuyor: “Ana-babamı öldürdükten sonra, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları toplayıp Cemal Paşa’nın Türk öksüzler yurduna götürdüler. Benim soyadım 535’ti; adım ise Şükrü’ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler. Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadılar. Eğer çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırır, tabanlarına 20-30-50 darbe vurur veya saatlerce güneşe bakmaya zorlarlardı. Bize dua ettiriyorlardı; ‘Padişahım çok yaşa!’ cümlesini üç kere tekrarlamamız gerekiyordu. Bize Türk giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de siyah cüppe. Bir müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek olacağımıza inanıyordu...”

İlerde ünlü bir edebiyatçı olan 1909 Erzincan doğumlu Garnik Stepanyan bugün bazılarımızın kafasına takılan “Ermeniler neden bir türlü geçmişi unutmuyor” sorusuna cevap veriyor sanki: “1915’te ulusumuza ve sülalemize yapılanlar korkunçtu. Sülalemizdeki 100’den fazla kişiden topu topu 15 kişi kurtuldu. Annemin sülalesinden gelen herkes ya katledildi, ya da diri diri toprağa gömüldü. Diyorlar ki, onların üzerindeki toprak hareket ediyordu. Hep düşünüyorum acaba olanları unutabilir miyiz diye, ama bizim unutmaya hakkımız yok, çünkü biz sayıca azız. İntikam çağrısı yapmıyorum, ama unutmamızı da tavsiye edemem. Ermeni ulusu kendi gözleriyle gördüklerini unutamaz.” Onu 1901 Van doğumlu Tovik Tovmas Bağdasaryan tamamlıyor: “Türklere karşı takındığımız tutum şudur ki, biz olanları asla unutmayacağız. Ama Türk halkı ne yapabilirdi ki; zira bizi herkesten evvel üst düzey Türk yöneticiler katletti!”

Bağdasaryan’ın dediği gibi ortada affedilmesi güç bir suç var. Bu suçun adı bana göre soykırım, size göre başka bir şey olabilir. Ama aslolan, birilerini suçlu ilan etmek ya da yargılamak değil, bir insani acının ya da mağduriyetin giderilmesi, dindirilmesidir. Bir acıyı dindirmenin en önemli yolu da geçmişe mağdurların ve kurbanların gözüyle bakmaya, onların bakış açısını kavramaya çalışmak, onlarla birlikte yas tutabilmektir. 24 Nisan bu nedenle bu açıdan çok anlamlı bir gün…

Ek okuma: Vahe Berberian, Baba ve Oğul Adına, (Çeviren: Talin Sucuyan), Aras Yayıncılık, 2008; Agop J. Hacikyan&Jean-Yves Soucy, Güneş O Yaz Hiç Doğmadı, (Çeviren: Zekiye Hasançebi), Pencere Yayınları, 2006


Not: Geçen haftaki “Kürt Meselesi’nde PKK’nin işlevi neydi?” başlıklı yazımda 1978 kuşağından olmama rağmen, Mahir Çayanların öldürüldüğü yerden bahsederken, Niksar-Kızıldere yerine Mardin-Kızıltepe demişim. Çok mahcup oldum. Türk tarafının can kayıplarını ‘şehit’, Kürt tarafının can kayıplarını ‘ölü’ olarak nitelemekten muradım başkaydı ama tırnak işaretleri düştüğünden tam tersi bir durum ortaya çıkmış. Elinde silah tutan PKK’li genç kıza karşılık, bayraklı tabuta sarılmış Türk baba resmi, resmî söylemi tekrarlayan bir seçim olmuş.



hurayse@hotmail.com

MUSTAFA KEMAL’İN HAS PAŞASI, PONTOS VE KOÇGİRİ KASABI SAKALLI NURETTİN PAŞA

MUSTAFA KEMAL’İN HAS PAŞASI, PONTOS VE KOÇGİRİ KASABI SAKALLI NURETTİN PAŞA

DEVRIMCI KARADENIZ ŞUBAT 10, 2014 0
MUSTAFA KEMAL’İN HAS PAŞASI, PONTOS VE KOÇGİRİ KASABI SAKALLI NURETTİN PAŞA
Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz
’’Bütün Rumlarda bir devlet mefkuresi vardır.Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır’’ Nurettin Paşa İzahnamesi’nden (1)
Böyle diyordu izahnamesinde, yaptığı zulmün haklılığını ispat etmek için. O, hem Koçgiri’de hem Pontos’da kadın, erkek, çoluk çocuk ayırmaksızın kan döken Mustafa Kemal’in sadık askerlerinden Merkez Ordusu komutanı Nurettin Paşa, namı diğer Sakallı Nurettin Paşa idi. Adı daha sonra İzmir’in yakılmasında da geçecekti.
11 Ağustos 1921 günü TBMM gizli oturumunda söz alan milletvekilleri (İsmail Şükrü Efendi, Osman Fevzi Efendi, Zekai Bey) Koçgiri’de yaşananların sorumluluğunun Nurettin Paşa’ya ait olduğunu söylediler. (2) Koçgiri’de yüzlerce insan sorgusuz sualsiz tutuklanıyor, teslim olanlar dahi kurşunlanıyorlardı.
4 Ekim 1921 günü TBMM gizli oturumunda ise bu kez Koçgiri’nin yanısıra Pontoslu Rumlara yönelik uygulamalar gündeme getirildi ve tartışıldı. Milletvekillerden bir kısmı yapılanlarda Nurettin Paşa’yı sorumlu tutarak görevden derhal alınmasını isterken, bazıları da Nurettin Paşa’nın asılmasını istediler. Mustafa Kemal’in karşı çıkmasına rağmen meclis, Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve muhakeme edilmesine karar verdi. Ayrıca Koçgiri ve Pontos ’İsyanları’nı yerinde incelemek için bir araştırma heyeti kurulmasını kararlaştırdı. (3)

GÖSTERMELİK SORUŞTURMA VE SORUMLULARIN AKLANMASI
Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve hakkında soruşturma açılmasına neden olan suçlamalar şunlardı:
1) Koçgiri, Samsun ve sair yerlerde gayr-i mesul kuvvetler kullanmak,
2) 30 bin liralık rüşvet almak,
3) Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması,
4) Pontusçuların dağlara çıkmasına meydan vermek,
5) 56 kişiyi Samsun’da alıkoymak,
6) Meclis Başkanlığı’ndan tasdik edildi diye beyanname neşretmek,
7) Üstlerini ve astlarını dikkate almadan iş yapmak,
8) Kardeşini Tokat Mutasarrıfı, damadını erkan-ı harbi yaparak aile hükümeti kurmak,
9) Ümraniye  İsyani’nda halk dehalete hazır iken, Topal Osman’a milleti kırdırmak,
10) Ordu mutasarrıfına yetkisi olmadığı halde emir vermek. (4)
Onbinlerce Rum’un katline sebep olan Nurettin Paşa ve Merkez ordusu hakkında soruşturma açılmasının sebebi, İttihatçıların Ermeni Soykırımı sonrası tüm dünya kamuoyunca gördükleri tepkiydi. Kemalistler, Ermeni soykırımından dersler çıkarmış ve bu kez yapılan soykırımı sözde soruşturmalarla ört bas etmeye çalışıyorlardı. Kaldı ki bu soruşturma sonucunda Nurettin Paşa sadece Merkez ordusu komutanlığı görevinden alınmış, Karadeniz’deki soykırımı uygulamaları devam etmişti. Bu, Anadolu diye tabir edilen topraklardan müslüman olmayanların ’’temizlenmesi’’ operasyonuydu. Ama egemenler, olan biteni birkaç ’’kötü niyetli’’nin fevri davranışı olarak göstermeye çalışıyordu. Kaldı ki bu örnekte olduğu gibi katliamcılar göstermelik soruşturmalarla adeta aklanıyor ve ödüllediriliyordu da.sakall-nurettin-paa

SOYKIRIMINA KARŞI ÇIKAN NAMUSLU İNSANLAR
Pontos Rum Soykırımı, ortada anti emperyalist bir kurtuluş savaşı varmış gibi gösterilerek meşrulaştırılmaya çalışıldı. “Rumlar emperyalistlerle işbirliği yapan hainlerdi ve bu uygulamaları hak ediyorlardı.’’  Bu propagandayla müslüman kitleler de bu soykırımın faili yapılmak isteniyordu. Oysa müslüman olanların da birçoğu daha önceden din değiştirmek zorunda kalmış olan Rumlardı. Nitekim Nurettin Paşa kendisine yönelik açılan soruşturma gerekçelerinden biri olan ‘’56 kişiyi (müslüman) Samsun’da alıkoymak’’ maddesine  ‘’İzahname’’sinde yanıt verirken, o kişilerin ‘’Pontusçulara yardım ettiğini’’ bazılarının da din değiştirmiş Rumlar olduğunu söyleyecekti.
‘’Pontos teşkilatı kayıtlarında, bazı İslamların Rum muhibbi olduğu, bazılarının ırken Rum olduğu, hamilerinden Servet Bey’in metropolit ile teşviki mesai ettiği bilinmektedir.’’ Nurettin Paşa’nın İzahnamesi /5.Maddeye dair açıklamasından (5)
Nurettin Paşa 3 Ocak 1922’de TBMM’e sabık merkez ordusu komutanı imzası ile sunduğu yeni belgelerden ‘’5.maddeye lahikadır’’ başlığı ile yazdığı bölümde:
‘’Bu 56 kişinin içerisinde masumların da olabileceği ancak bu yüzden önce masumların ve suçluların tespitine girişildiğini bildirmiştir. Müftü ve belediye reisi, heyeti tahkikiyenin sorularına cevap vermemek ve orduyu tahkir etmek cüretini göstermiştir.’’ (6) diyerek müftü ve belediye reisinin de ‘’Pontusçulara yardım etmek’’ suçundan alıkoyulduğunu itiraf ediyordu. Bu soykırımı boyunca müslüman halkın ve namuslu birçok kişinin Rumların karşısında olmadığına bir örnektir bu anlatılanlar. Hapishane kaçkınlarından oluşan çeteler ve Mustafa Kemal’in askerlerince gerçekleştirilen cinayetler, işkenceler, yakıp yıkma, yağmalama eylemlerinden müslüman halk uzak durmuştur.
Soykırımı uygulamalarına karşı çıkan herkes ya Rum muhibbi olmakla suçlanmış ya da zaten ‘’ırken Rum olduğu bilinmektedir’’ denerek, cezalandırılmaları meşrulaştırılmak istenmiştir.

SOYKIRIMINDA ÇETELERİN KULLANILMASI
Nurettin Paşa hakkındaki bir diğer suçlama ‘’Koçgiri, Samsun ve sair yerlerde gayr-i mesul kuvvetler kullanmak’’ idi. İzahnamesi’nde bu konuya dair:
‘’Ümraniye ve Koçgiri hadiselerinde kullanılan Osman Ağa’yı, ordu davet etmiş değildir. Şark mıntıkasına dahil Giresun’da, E.H.U. (Erkanı Harbiyeyi Umumiye) emrindeki Giresun Alayı EHU’ce verilen emirle isyancılara karşı getirildi. EHU önce Giresun Alayı’nın büyük kısmını Kocaeli’ne gönderdi. Fakat, 15. Fırka Garp Cephesi’ne gidince, Giresun alayı burada kaldı. Bir taburla Osman Ağa kuvvetleri Ümraniye’ye gelmiştir. 4. Taburun kumandanı olmakla beraber, Osman Ağa Giresun Alayı’nın Fahri Kumandanı’ydı.      Kendisine bu unvanı Merkez Ordusu dahil, EHU ve Müdafaai Milliye Vekaleti vermiştir. Merkez Ordusu emrine ithal edilmiştir. Mevcudu dolgundur. Onun nizamiye kıtası haline sokmak için, Samsun’da Giresun Alayı’ndan, bir taburdan üç taburlu bir alay teşkili ile 47 numarasını verdik. Samsun’da iki taburlu Giresun Alayı da bir tabur ilavesi ile 42. Alay adını alarak, Giresun Alayı namı kaldırıldı. İki alay yapılmıştır.Ümraniye ve Pontus asilerinin tedibi ve Samsun sahillerinin muhafazasında ve Garp cephesinin ihtiyacı üzerine, Sakarya muharebesinin kazanılmasında faydalı oldular. 42. Alay Kumandanı Hüseyin Avni Bey, Sakarya’da şahadet, Osman Ağa da 47. Alay Kumandanı olarak Garp Cephesi emrinde ve cephededir.
Bu kuvvetleri orduya EHU ve Müdafaai Milliye Vekaleti tahsis etti.
Osman Ağa’yı evvela tanımazdım. Birliği Şark Cephesi’ndeydi. Koçgiri hareketini bastırma sırasında orduya verildiğini öğrendim. Hüsni idare ile kendisini istihdam ettim. Bu alayın toplarını almak için isyancılar Refahiye’ye baskınlar yaptıysa da, başaramadılar. İsyancılar Azimet Bey, Refahiyeli isyancılara yazdığı mektupta, Osman Ağa kuvvetlerinden endişeye düştüklerini yazmıştı. Osman Ağa çok hizmet etti. İsyancılara karşı Kemah halkının yardımına Osman Ağa koştu.
Bölgedeki Türk halka, emniyet teşkilatlarını kurdurdu. Kavak’tan 600, Bafra’dan bin Silahlı Kanunlar Dairesi’nde istihdam edilmiştir.
Mehmetçe Bey adlı biri, Rumlara karşı gizli bir teşkilat kurdu. Beni ‘kurdurdu’ dediler. Halbuki bu Mehmetçe Bey ve arkadaşlarının elinde, dahiliye vekaletinin izin belgesi vardı. Eskiden verilmişti.’’(7)
Açıkça Topal Osman ve çetesiyle birlikte faaliyet yürüttüğünü, ancak Topal Osman’ın zaten kendi başına hareket etmediğini, Erkanı Harbiyeyi Umumiye’nin bilgisi dahilinde Karadeniz’de Rumlara ve Koçgiri’de Kürtlere karşı, gayr-i mesul kuvvetler olarak kullanıldığını söylüyor.  Bir taraftan da ‘’gayr-i mesul kuvvetler’’ olarak anılan bu çetelerin, düzenli ordu dahilinde rütbeler verilerek ‘’Kurtuluş Savaşı’’ kahramanları olmalarının sağlandığını da itiraf ediyor.Sakalli_Nureddin_-_Ferik (1)

RUMLAR YILANDIR. BU YILANLARIN ZEHİRLERİ KADINLARDIR
Nurettin Paşa 3. Maddeye yani ‘’Rum sevki sırasında herkesin gözü önünde yağmacılığın yapılması’’ suçlamasına yönelik ‘’izahlarının’’ bir bölümünde kadınlardan ve yaşlılardan sözediyor. Kadınlara, çocuklara ve yaşlılara yönelik zalim tutumunu şu cümlelerle savunuyor:
‘’Kadınlara gelince: Pontusculukla meşbu, erkeklerine fikren, bedenen, malen muavenet ettikleri hakikattir. Yataklık, muhbirlik, cinayete teşkar kadınlar da mahkemelere sevk edildiler. Fikrimizce, memleketimizdeki Rumlar bir yılandır. Bu yılanların zehirleri kadınlardır. Bu yüzden erkeklerle aynı şeyi yaptık. Çocuklarından da ayırmadık. İhtiyarlara gelince; Gümenez’de ihtiyardır diye sevk edilmeyen 65 yaşındaki bir Rum, Yunan torpidosuna bayrak sallamış, onlar da sandallarla sahile çıkmışlardır. Bafra’dan bir grup ahali kuvvetleriyle yetişmişler. İhtiyar Kel Nikola astırılmış ve düşman donanması def edilmiştir.’’ (8)
Dördüncü maddeye yönelik açıklamalarında ise şu rakamları veriyor Nurettin Paşa: ‘’Eşkıya  3 bin 342 maktul, 78 mecruh vermişlerdir. 457 kişi yakalanmıştır. Bir o kadar da şurada, burada kalan mecruh ve maktul vardır. 50 bini mütecaviz Rum bölge dışına çıkarıldı.’’(9)
9 Aralık 1920’de Amasya’da Pontoslu Rumları imha amacıyla kurulan Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa 3 Kasım 1921 yılında bu görevden azledilmişti. Sadece kendi İzahnamesinde verdiği sayılara bakıldığında 7 bin partizanın katledildiği, 50 bin kişinin sürgün edildiği (ki bunların tümü çetelerce katledilmiştir)görülmektedir. 9 Aralık 1920 ile 3 Kasım 1921 tarihleri arasındaki 11 aylık sürede Nurettin Paşa’nın inisiyatifinde 57 bin Pontoslu Rum katledilmiştir.

MUSTAFA KEMAL, PAŞASINI SAVUNUYOR
Nurettin Paşa’nın izahnamesi Meclis’in  16 ve 17 Ocak 1922 tarihlerindeki gizli oturumlarında üyelere okundu. Başkomutan ve TBMM başkanı Mustafa Kemal, yaptığı konuşmada; sözkonusu izahnameyi okuduktan ve araştırma heyetiyle konuyu görüştükten sonra Nurettin Paşa hakkında verilen  muhakeme edilme kararının ağır olduğunu ve bu kararın kaldırılmasını istediğini söyler. Üyelerden bazılarının itirazına rağmen, meclis Nurettin Paşa’nın muhakeme edilme kararını kaldırır. (10)
1922′de Ali İhsan Paşa’nın görevden alınması sonrasında Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa’nın komutanlık teklifini reddetmesi üzerine 29 Haziran 1922 tarihinde 1. Ordu komutanlığına atanır. Yunanlıların Anadolu’yu terketmesinden sonra Ferikliğe (11) terfi eder.
Nurettin Paşa’nın İzmir’in yakılmasında da parmağı olduğuna dair Gazeteci  Fevzi Çakmak’ın Çankaya kitabındaki iddialar daha sonra  Fevzi Çakmak tarafından da doğrulanır…

(1)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 275
(2)    TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 204, 205
(3)    TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 252-287
(4)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 272-273
(5)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 277
(6)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 282
(7)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 273-274
(8)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 275
(9)    İki İsyan Pontos, Koçgiri; Bir Paşa Nurettin Paşa, Prof.Dr. Mustafa Balcıoğlu, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, Haziran 2000, Sayfa 276
(10)TBMM Gizli Celse Tutanakları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 2, 1985 Ankara, Sayfa 626-650
(11)Ferik, Osmanlı Devletinin son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında kullanılan Mirliva ile Birinci Ferik rütbeleri arasında olan ve günümüz rütbelerinden Tümgeneral ile Korgeneral rütbeleri arasında bir askeri rütbe.




PONTOS SOYKIRIMI TARİHİNDEN: BAFRA MERYEMANA MAĞARASI KATLİAMI: 517 KADIN VE ÇOCUK, 30 PARTİZAN

DEVRIMCI KARADENIZ OCAK 31, 2014 0
PONTOS SOYKIRIMI TARİHİNDEN: BAFRA MERYEMANA MAĞARASI KATLİAMI: 517 KADIN VE ÇOCUK, 30 PARTİZAN
Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz
“Refet Paşa’yı Pazar ziyaretlerinde dinler, dinler, bıkmadan dinlerdik. Kendisi çok zeki, hafızası çok kuvvetli, hadiselere ve meselelere derin vukufu vardı ve bu hakimiyetle meseleleri hiç bilinmeyen taraflarıyla anlatıyor, yahut büsbütün başka ve şaşırtıcı bir zaviyeden izah ediyordu.
Ben, sanki başkalarını mahrum etme bahasına, harikülade bir konseri tek başıma dinliyormuş gibi üzüntü içinde, kendisinden rica ederdim:
-Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen birçok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz, bunların kapalı kalması ve bir gün şahitlerinin birer birer hayat sahnesinden çekilmeleriyle meçhul olarak kalması yazık değil mi?
O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler:
-Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım, derdi.  Günahı boynuna, verdiği cevap buydu. Asıl sebep ne idi bilemiyoruz. Velhasıl, hatıratını yazmadan Refet Paşa da göçtü gitti.” (1)
Bu satırlar Münevver Ayaşlı’nın Refet Paşa ile ilgili anılarında yer alıyor. Refet Paşa burada aslında bir gerçeği ifade ediyor, o da, İstiklal Harbi denen şeyin kocaman bir yalandan ibaret olduğu… Yine Münevver Ayaşlı’nın “Günahı boynuna, verdiği cevap buydu. Asıl sebep ne idi bilemiyoruz” demesine karşın, biz asıl sebebin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. İstiklal Harbi ya da Kurtuluş Savaşı diye uydurulan bu masalın aslında özellikle Karadeniz’de Pontoslu Rumlara yönelik soykırımının olduğunu ve bu soykırım sürecinde Refet Paşa’nın da önemli rolu olduğudur.
REFET PAŞA, PONTOS SOYKIRIMININ ÖNEMLİ SUÇLULARINDAN BİRİDİR
Samsun’a ayak basan beş Paşa’dan biridir Refet Paşa… Yıllar sonra görüş ayrılığına düşeceği komutanı Mustafa Kemal’in emriyle Samsun’daki Pontos Rumlarına yönelik operasyonlardan sorumludur.Samsun‘a çıkıldığı 19 Mayıs 1919′da Mustafa Kemal’in yaptığı ilk iş, “yaşlı ve koyu bir Babiali memuru” olduğunu düşündüğü ve fikirlerini beğenmediği 15. Tümen komutanını görevden alıp yerine Refet Paşa’yı atamaktır. (2)
3.Kolorduya bağlı 15.Tümen’in merkezi Canik’de (Samsun) idi. Kolordu mıntıkası olarak belirlenen vilayet ve sancaklar ise Sivas, Amasya, Tokat, Samsun idi. (3) Bu yanıyla Münevver Ayaşlı ile aralarında geçen konuşmada Refet Paşa’nın sebebini açıklayamadığı, işte bu vilayetlerde yaşanmış vahşet ve cinayetlerdir. O,  Mustafa Kemal kadar, Pontos Soykırımının önemli sorumlularındandır.
Samsun’a çıkıldığı 19 Mayıs 1919’da yaptıkları ikinci önemli iş ise çete reislerini toplamak olur.Görüşmelerde Rumları “temizlemek” için her şeyin yapılması emredilir ve başta Katil Topal Osman olmak üzere çete reislerinden söz alınmış ve soykırımının 2. Jöntürk Dönemi başlar…
KATİL TOPAL OSMAN AĞA
Aslında Mustafa Kemal, Samsun’a padişahın ve İngilizlerin onayıyla 9. Ordu Müfettişi olarak yollanmıştır. Sözde görevi de Karadeniz’de yaşanan ‘‘kargaşayı‘‘ ve çetelerin, özellikle de Topal Osman’ın çetesinin faaliyetlerini soruşturmaktır. Kemalist yazarlardan Hasan İzzettin Dinamo, Mustafa Kemal ile Topal Osman arasındaki görüşmeyi ‚‘‘Kutsal İsyan‘‘ adlı kitabının ikinci cildinde ‘“Mangal Yürekli Adamın Hikayesi” başlığı ile şöyle anlatır:
‘‘Namını duyduğu Topal Osman‘la bizzat görüşüp, ona, ‘Bundan sonra el ele çalışacağız’ diyerek şöyle devam eder:
Madem ki Türk halkı tamamen seni destekliyor; hiç durma teşkilatını yap. Git, belediye reisliği makamına otur. Sen kaçıp dağa çekileceğine, Pontoscular ve Rumlar kaçsın. Kanunsuz yola adım atar göründüler mi onları temizleriz.
Bunun üzerine Topal Osman, şu cevabı verir:
Sen hiç merak etme Paşam! Bu Pontos Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulup gidecek.” (4)
BAFRA MERYEMANA MAĞARASI KATLİAMI
İşte bu mağaralardan birisinde 30 Pontoslu partizan ile kadın ve çocuklardan oluşan 600 Pontoslu Rum, Mustafa Kemal’in 2000 askerince kuşatılır.
Bu arada vurgulanması gereken önemli bir nokta da, çetelerin sadece kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşan erkeksiz köylere saldırı düzenledikleri birebir partizanlarla çatışmadıklarıdır. (5)
Partizanlar, kadın ve çocuklardan oluşan 600 Pontoslu Rum’un kuşatıldığı bu mağaranın adı, Panagiya (Meryemana) Mağarası‘dır. Bafra Nebyan bölgesinde Otkaya Köyü‘nün batı tarafındadır.
Binbaşı Mehmet Ali askere kesin talimat vermişti; kuşatmadan dolayı bunalan askerin geri dönmesi halinde vurularak öldürüleceğini söyler. İki hafta süren kuşatma ve direniş sonrasında, partizanların mermileri ve yiyecekleri tükenir. Geride yapabilecekleri tek şey, yanlarındaki 600 kadın ve çocuğun buradan çıkarılmasıdır. Partizanların Kaptanı Hacı Yorgi Karavasiloğlu, partizanları toplar ve bir karar alırlar. Bütün partizanlar silahlarında sadece tek bir mermi kalana kadar çatışmaya devam edecekler, son mermilerini ise kendi yaşamlarına son vermek için saklayacaklardır. Sadece bir partizan sağ kalacak, o da elinde beyaz bayrakla teslim olacak ve 600 kadın ve çocuğun sağ kalmasını sağlayacaktır.
Partizanların mermileri tükendiğinde, 29 partizan silahlarındaki son mermilerle kendi yaşamlarına son veririler. Geride kalan son partizan elinde beyaz bayrakla dışarı çıkıp teslim olacağını, tüm partizanların öldüğünü, geride sadece 600 kadın ve çocuğun kaldığını, silahsız ve cephanesiz olduklarını, ateş etmemeleri çağrısında bulunur.
Ancak onun bilmediği karşısındakilerin Mustafa Kemal’in askerleri olduğudur.
Mehmet Ali Binbaşı komutasındaki askerlerin arasında bulunan Talip Çavuş silahına davranarak elinde beyaz bayrakla teslim olan son partizanı vurur. Kadın ve çocuklar Bafra ilçesine bağlı ÇAŞUR KÖYÜ’ne götürülürler. Kadınlara tecavüz edildikten sonra süngü ve kurşunlarla katledilirler. Bu katliamdan sağ kurtulan 83 çocuk ise, daha sonra öksüzler evine verilir.
Refet Paşa’ya haber ise iki sandıkla yollanır. Sandıkların içinde 30 partizanın kesilmiş kafası vardır. (6)

(1)    İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, Münevver Ayaşlı, Boğaziçi Yayınları, Kasım 1990, Sayfa 9
(2)    Refet Bele, Askeri ve Siyasi Hayatı 1881-1963i Halit Kaya, Bengi Yayınları, Ocak 2010, Sayfa 50
(3)    Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ. DUİT, nr.158/81 (16 Ş 1337/16.05.1919); MSB Arşivi, Refet Bele Dosyası; Zeki Saruhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü: Mondros’tan Erzurum Kongresi’ne (30 Ekim 1918 – 22 Temmuz 1919), Ankara 1993, Sayfa 249
(4)    Hasan İzzetin Dinamo, ”Kutsal İsyan, Cilt 2”, İstanbul 1990, sayfa 132
(5)    Devletin 15 ila 50 yaş arasındaki her erkek Rum hakkında çıkardığı tutuklama kararlarının ardından, bu insanlar dağlara çıkmak zorunda kalınca gerideki yakınları da çeteler tarafından  saldırılara maruz kalmaktadır.   Topal Osman gibi çetecilerin ve çetelerinin ‘‘yiğitliği‘‘ eli silah tutamayan kadın, çocuk ve ihtiyarları katletmektir. Hem bu işi çetelerin yapması devletin de işine gelmektedir. ‘‘gayri resmi‘‘ savaş olarak adlandırılan bu yöntem ile ‘‘resmi‘‘ devlet olan bitenden haberdar olmadığını, kendileriyle ilgilerinin olmadığını söyleyip kendini savunabilecektir.
(6)    Bafra, Kahramanların Memleketi, Nikos Kinigopulos, Maliyaris Yayınları, 1991, Sayfa 128, 129, 130.